Fatih ÜNLÜ – 05 Kasım 2025
“Netanyahu ve Cep Telefonları” başlıklı yazımızda Netanyahu’nun ABD heyeti ile yaptığı görüşmede cep telefonlarının yanı sıra ilaçtan, gıdadan ve bu alanlarda İsrail’in katkılarından bahsettiğini yazmıştık. Bu söz beni ilaç sanayii ile ilgili de haddim sınırlarında birkaç -mühim- söz söylemeye sevk etti.
Bu devasa sanayide kimlerin hâkim olduğu ve İsrail’in ve İsrail’i destekleyenlerin orada ne kadar ağırlıkları olduğuna dair şahsım adına elimde bir veri yok. Ama ilaç sanayinde büyük sermayenin, büyük şirketlerin hâkim olduğunu biliyoruz. Doğrudan ve dolaylı, şirket ortaklıkları veya finansman yoluyla Yahudilerin ilaç sanayinde de etkin olduklarını varsayabiliriz.
Ama bugün bu sektöre kimin hâkim olduğundan ziyade asıl tartışmak istediğimiz sektörün nasıl bir mantıkla çalıştığı ve bunun insanlığa ne kadar hizmet edebildiği ve hangi zararları verebileceği…
Diğer yandan bu veya herhangi başka bir sektöre hâkim olanların amaçları, usulleri ve hâleti süreçlere de yansıyacağı için hâkimiyet meselesini de asla önemsiz sayamayız ama ayrı bir konu.
Herkesin hayatını fiziksel, psikolojik ve ekonomik olarak etkileyebilecek güçteki bu sektörün doğru bir mantıkla çalışması insanlık adına büyük bir artı olur hiç şüphesiz, tersi de insanlık için devasa sorunlar demek.
İlaçların tarih boyunca insanlığın birçok hastalıktan kurtulmasına vesile olduğu tartışılamayacak bir gerçek. Son yüzyılda modern ilaçların da bu yönde büyük katkıları olmuştur. Fakat iş sanayileştikçe ve kâr daha çok önemsendikçe, bu hayati sektörde çok ciddi metodik sorunların ortaya çıktığı da daha ilk bakışta göze çarpıyor.
Modern ilaç sanayiinin çalışma mekanizmasına ve ilaçların tesirine dair sektörü çok iyi bilen bazı doktorlar ve uzmanlar ilaçların kahir ekseriyetle hastalıkları kökünden tedavi etmek maksadıyla değil, hastaları devamlı bir ilaç müşterisi yapma mantığıyla üretildiğini söylüyorlar. Bunu biz de genel anlamda gözlemleyebiliyoruz ama tabiatıyla asıl önemli olan konunun uzmanlarının görüşü. Kanser gibi daha ağır hastalıkların tedavisinde de apayrı bir fecaat göze çarpıyor.
“A patient cured is a customer lost.”
“Tedavi edilen bir hasta kaybedilmiş bir müşteridir.”
Bu ilaç sanayi ile ilgili meşhur bir sözdür. Bunu sektörün içinden söyleyenler de ara ara çıkıyor. Süreçlere bakınca da bunun ilaç sanayinin benimsediği temel bir politika olduğunu gözlemleyebiliyorsunuz.
Buna benzer bir söz de şöyle:
There is no money in healthy people.
There is no money in dead people.
The money is rigth in the middle.
Sağlıklı insanda kâr yoktur.
Ölü insanda da kâr yoktur.
Kâr tam ortadadır.
Etrafımızda yıllardır devamlı ilaç kullanan tanıdıklarımızı gördükçe bu yöndeki eleştirilere hak vermemek mümkün değil. İlaç salt bir kâr aracı olarak görüldüğünde, işin başka bir yere gitmesi de zaten imkânsız gibi.
İnsana deva olması beklenen ilacı salt bir kâr aracı olarak görmenin sebep olduğu birçok komplikasyon var. Bu amaç çarpıklığı aşağıda sadece bir kısmını yazacağımız birçok dehşetli soruna yol açıyor:
Hastalığı kökten tedavi etmeye çalışmama, hastayı mağdur etme
İlaçların tanıtımı ve promosyon için yapılan bazı faaliyetlerdeki şüpheli durumlar, hatta rüşvet vakaları. *1
Hastalık tacirliği (disease mongering)
(Bazen araştırma sonuçlarını dahi çarpıtıp sağlık endişelerini artırma ve gereksiz ilaç kullanımını teşvik) *2
Araştırmaları ve akademik çalışmaları finanse ederek yönlendirmeye çalışma
İlaçların yan etkileriyle birçok yeni sağlık sorununa yol açma.
İşin ekonomik mekanizması
Bir ilacın geliştirmesi yüksek bir kâr fırsatına dönüştürülmeye çalışıldığında uzmanlara göre iki temel ihtimal ortaya çıkıyor:
Ya hastalığı tümden tedavi edebilecek bir ilacın geliştirilerek bunun aşırı yüksek bir fiyata satılması. (Bu da her zaman mümkün olamayacağı ve kabul görmeyeceği için)
Ya da ilaçların sürekli kullanımı gerektirecek şekilde tasarlanması.
Çoğu zaman ikinci seçenek tercih ediliyor. Çünkü ilaca olağanüstü bedeller ödeyebilecek insan sayısı az, ayrıca tümden tedaviye vesile olan ilaçlar daha çok kullanıldıkça hasta tabanı da tükeniyor.
Kişinin hastalıklarından kurtulması hiç şüphesiz insanın mutluluğu ve kamu yararı perspektifinden çok istenen bir durumdur ama çok kâra odaklanmış bir ilaç firması açısından da şapkayı önüne alıp düşündüğü, bazılarının da tümden kaçındığı bir senaryo. Devasa bir sanayiye dönüştükçe, özellikle 1990’lı yıllarda pazarlamaya ayırdıkları bütçe araştırma geliştirmeye ayırdıkları bütçenin iki mislini geçen ilaç şirketleri için bu tavır şaşırtıcı değil belki ama… * 2
Oysa ilacın tam bir şifaya veya uzun süreli bir şifa dönemine vesile olmasından daha tabii ne olabilir. Fakat kâr amacı çok öne çıkınca manevi denge ve düşünce sağlığı da bozulabiliyor. Mevcut şartlarda bir kalp hastası ilacını bir hafta almasın, daha kötü şeyler olmazsa sızısıyla kalp en azından ben buradayım diyecektir. O yüzden birkaç günlük seyahat için bile mecburen ilaç poşetiyle gezen büyüklerimizi çok görmüşüzdür. Bir alternatif oluşturulmazsa, bu aşamada yapabilecekleri başka bir şey de yok.
Bazı kimseler için çeşitli sebeplerle devamlı ilaç kullanımı mecbursa, buna elbette kimse bir şey diyemez. Ama tansiyon, kalp, şeker vs. her hastalığa yakalanan insanın devamlı ilaç içmesi gerektiğini düşünmek insan bedenindeki iyileşme gücünü inkâr ile o insanın kaliteli bir hayata layık olduğunu göz ardı etmek demek olur. Bu da baştan yanlış ve kabul edilebilir bir yaklaşım değildir.
İnsanı devamlı ilaç kullanmayan itmek, dolaylı olarak sen iyileşemezsin, senin iyileşmeye hakkın yok demek olur. İstisnalar hariç hastaların geneli neden iyileşemesinler ki? Diyelim 4o yaşında tansiyona hastası olan bir insan bir kırk yıl daha neden ilaç kullanmak zorunda kalsın? Belki o kişi bir yakınını kaybettiği için o stresle, o üzüntüyle geçici bir tansiyon rahatsızlığına yakalandı. Sen o sebepleri tedavi etmeye ve vücudu güçlendirmeye çalışsana…
Tekrarda mahzur yok, hastalıklar ara ara kendilerini elbette gösterirler ama kastımız bir yaştan sonra çoğu insanın her gün ilaç kullanmak durumunda bırakılmalarının mahzurları.
Bedeli Kim Ödüyor?
İlaç sanayii kâra aşırı odaklandığı için çoğu zaman hastalıkları kökünden tedavi etmeyi değil de tabiri caizse hastayı bir ilaç bağımlısı yapmayı hedefleyince şu dehşetli sonuç ortaya çıkıyor. Ara ara hastalanan insan özellikle ileri yaşlarında bir yığın tedavi edilmemiş ve ilacı alınmazsa insanı kısa sürede rahatsız eden bir sürü birikmiş hastalıkla yaşamaya mahkûm kalıyor. Üstelik bu ilaçların birçok yan etkileri de var, çok kullanıldıkça bunlar da insanın hayat kalitesine görünür görünmez büyük zararlar veriyor.
Bunun ciddi bir ekonomik maliyeti de var. Bunu hem kişinin kendisi ödüyor, hem de emeklilik sistemleri vs. üzerinden kamu ödüyor.
Oysa doğru bir mantık takınılsa sanayi yine kâr eder. Az eder, ama eder. Zaten uzun süreler için yüksek kâr beklentisi fiili ekonomik gerçeklerle de uyuşmaz. Fakat sistem uzun süreler için kârlılık garantisi üzerine kurulmaya çalışılmış ve mekanizma böyle kurulmuş. Bedeli de insanlık ödüyor.
Bu işin müsebbibleri de bir yandan madden kâr edeceğim derken manen iflas ediyorlar ve büyük itibar kaybediyorlar. 2021’de Gallup’un yaptığı bir araştırmaya göre, ABD’de sektörler arasında ilaç sektörü en kötü şöhrete sahipmiş, Amerikaların yüzde 51’i bu sektörle ilgili olumsuz bir kanaate sahip. *3
Yazımızı kadim bir hikâyeyle toparlamaya başlayalım:
Bir doktorun düzenli bir hastası vardır. Hasta doktorun her muayenesinden sonra ilaçlarla kendini daha iyi hisseder ama bilahare şikâyetleri nüksedince tekrar bu doktora görünür.
Bu arada, doktorun kendisi gibi doktorluk mesleğini seçmiş oğlu da yeni mezun olmuştur. Genç doktor çok idealisttir. Babasının bir işi çıkıp uzun müddet başka bir şehirde kalması gerekince, tekrar gelen bu hastayı bu kez genç doktor detaylıca muayene eder. Ona etkili ilaçlar verir ve hasta kısa sürede tümden iyileşir.
Uzun bir süre sonra babası eve döndüğünde oğul doktor övünerek “Baba sana yıllardır gelip giden şu amca vardı ya. İşte onu Allah’ın izniyle tedavi ettim, şimdi hiç bir şeyi kalmadı.” der. Babasından övgü bekleyen oğul bunun yerine bir azar işitir. Baba Doktor “Oğlum der, ben o hastaları hemen tedavi etseydim, sen okuyup doktor olabilir miydin?”
Bu şekilde doktor hastalığın tümden iyileşmesini değil hastanın biraz iyi hissedip daha sonra kendisine tekrar gelmesini hedeflediğini, onu bir kazanç kaynağı olarak gördüğünü itiraf etmiş olur. Burada baba doktorun tavrı ilaç sanayindeki genel tabloyla (istisnalar muhakkak vardır) ne kadar örtüşüyor. Ama ölçeğinin büyüklüğü göz önüne alındığında sektörün vebalinin büyüklüğü apayrı bir bahis.
Burada kısa bir parantez açalım. Aslında baba doktor farkında değil. Kendi hastalarını samimiyetle kısa sürede tedavi etmeye çalışsa oğlu yine okuyabilir ve doktor olabilirdi. İnsan çeşitli sebeplerle zaten hasta oluyor. Hasta sayısı az olsa da, şifalarla gelen bir bereket olurdu.
Elinden geldiği halde, kâr dürtüsüyle mağdur oldukları bir zamanda insanlardan tam bir yardımı esirgeme asla doğru bir tavır olamaz.
Sonuç ta ortada: Özellikle kalp, şeker, tansiyon, depresyon vs. gibi yaygın hastalıklarda birçok hastanın öldürmeyen ama ondurmayan bir hastalık sürecinde bir ilaç kullanıcısına, bir ilaç müşterisine dönüşmesi, ilaç yan etkilerinin de ilavesiyle insanlığın refah ve huzuruna inanılmaz zararlar veriyor.
İnsanlığın bu ve benzeri cenderelerden kurtulması ve ilaç sanayinin de insana daha çok değer veren yapılara kavuşması lazım. Biz de bir sonraki yazımızda bu konular üzerinde durmaya çalışacağız.
Allah’a emanet olun.
Kaynaklar:
* 1 Klinikfamakoloji sitesinde Prof. Dr. F. Cankat Tulunay’ın İlaç Firmaları – Doktor İlişkileri başlıklı yazısı
* 2 A Critical Review of Pharmaceutical Industry Fraudulent Practices, Julian Ungar-Sargon MD, PhD
*3 Innovation and misconduct in the pharmaceutical industry, Denis G. Arnold, Louis H. Amato, Jennifer L. Troyer, Oscar Jerome Stewart

YORUMLAR