Adem KILIÇ – 10 Kasım 2025
Sudan’da yaşanan iç savaşını değerlendirmek ve yaşanan sürecin, aslında sadece iki generalin iktidar kavgası olmadığını görmek için, ülke üzerinde onlarca yıldır tetiklenen fay hatlarının ve şekillenen güç mücadelesinin ayrıntılarını bilmek gerekiyor.
Ve Sudan’da yaşananları anlamak için öncelikle iki temel gerçeği göz önünde bulundurmak gerekir.
Bunlardan ilki; Sudan, her ne kadar 1956 yılında İngiliz sömürgesinden kurtularak kağıt üzerinde bağımsızlığını kazanmış olsa da sürekli olarak dışarıdan gelen müdahalelerin ve kışkırtmaların hedefidir.
Zira ülke, yüzölçümü bakımından Türkiye’nin üç katı büyüklüğüne sahip ve böylesine geniş bir coğrafya, 40’tan fazla etnik gruba, yerel inanışlar da dahil olmak üzere 10’dan fazla dini inanışa ve kabileye ev sahipliği yapıyor.
Nüfusun yaklaşık %40’ını Arap kökenli Müslümanlar oluştururken, geri kalan %60’ını ise Hristiyan topluluklar ile Beja, Nuba, Fur, Zande, Hausa, Masalit gibi onlarca etnik grup oluşturuyor.
İşte bu çeşitlilik de ülkeyi, dış kışkırtmaların da etkisi ile yönetim krizlerine ve iç çatışmalara açık hale getiriyor.
Ülkede 1956’dan bu yana kırktan fazla isyanın kayda geçmesi de bu gerçekliği gözler önüne seriyor.
İkincisi ise; Sudan’ın zengin yeraltı kaynakları ve stratejik jeopolitik konumudur.
Zira Sudan altın başta olmak üzere zengin yeraltı kaynaklarına sahip ve aynı zamanda da Kızıldeniz kıyısındaki beş büyük limanıyla Afrika’nın deniz ticareti açısından en kritik koridorlarından birini kontrol ediyor.
Bu zenginlik de, Sudan’ı hem bölgesel hem küresel aktörler için büyük bir rekabet alanına dönüştürüyor.
Peki bu iki gerçeğin gözardı edilemeyeceği gerçekliğin gölgesinde gerçekleşen Sudan iç savaşının arka planında neler yaşandı ve tarafların arkasında kimler var?
Sudan’ın kırılma noktası Darfur ve İsrail-BAE sponsorluğunda katliamlar
2003’te başlayan Darfur Savaşı, Sudan’ın kaderini değiştiren bir dönüm noktası oldu.
İlk olarak 2003 yılında, kendisini Sudan Kurtuluş Hareketi olarak tanımlayan grupların, Arap olmayan nüfusun bastırıldığını ileri sürerek başlattığı isyan, kısa sürede o dönemde Sudan lideri olan Ömer el-Beşir yönetimine karşı ayaklanmalara yol açtı ve ülkenin bölünmesine kadar uzanan bir süreci tetikledi.
Bu kriz, 2011 yılında ülkenin iki bölünmesine ve Güney Sudan’ın ayrılmasıyla sonuçlandı. Ancak bu bölünme Sudan’daki çatışma dinamiklerini dindirmedi. Hatta tam tersine ülkede yeni güç boşlukları yarattı.
Zira Sudan’daki iç savaşının arka planında yalnızca yerel hırslar değil, dış güçlerin stratejik hesapları da bulunuyordu.
2019’da Beşir iktidarının 30 yıl sonra devrilmesiyle birlikte sahneye iki aktör çıktı. Bunlar; Darfur savaşında isyanların bastırılmasında da öne çıkan Muhammed Hamdan Dagalo ve Sudan Silahlı Kuvvetleri’nin başında olan isim General Abdülfettah Burhan’dı.
Birlikte Beşir’i deviren bu iki isim, iktidar paylaşımı konusunda 2 yıllık kısa bir süre içerisinde karşı karşıya geldi ve Burhan, merkezi devlet otoritesini savunurken, Dagalo sahadaki güçleriyle paralel bir devlet yapılanmasına yöneldi.
Bu rekabetin arkasında ise, İsrail ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin desteği giderek görünür hale geldi. Özellikle 2020’de imzalanan Abraham Anlaşmaları sonrasında iki ülke Sudan’da aynı cephede buluştu.
BAE, altın ticareti ve liman hakimiyeti üzerinden ekonomik çıkarlarını genişletme hedefi ile hareket ederken, İsrail ise Sudan’ın askeri ve siyasi parçalanmasını bölgesel güvenliği açısından bir sigorta olarak gören bir anlayışla hareket etmeye başladı.
Nitekim 2019’dan bu yana sadece resmi kaynaklara yansıyan bilgilere göre; Sudan’dan 8 bin ton altın BAE’ye götürüldü ve bu altınların önemli bir kısmı yahudi destekli kurulan rafinerilerde işlendi.
İsrail ise, 1990’ların sonunda devreye soktuğu “Çevre Doktrini” kapsamında, çevresindeki büyük Müslüman ülkelerin güçlü merkezi devletler haline gelmesini istememesi doğrultusunda Irak, Lübnan ve şimdi de Suriye’de olduğu gibi, Sudan’ın da en az 3’e bölünmesi strateji ile hareket etti ve etmeye devam ediyor.
İnsanlık felaketi ve Türkiye’nin rolü
Birleşmiş Milletler raporlarına göre, çatışmalar sonucu 200 binden fazla insan hayatını kaybetti, 12 milyon kişi yerinden edildi ve en az 25 milyon Sudanlı da açlık riskiyle karşı karşıya.
Sudan, bugün dünyanın en büyük insani krizlerinden birini yaşıyor ve uluslararası sistem bu felaketi, enerji, altın ve jeopolitik hesapların gölgesinde okumaya devam ediyor.
Ancak Türkiye, tıpkı Somali, Libya ve Afganistan dosyalarında olduğu gibi Sudan’da da aktif bir arabulucu rolü üstlenerek insani yaklaşımını sürdürmeye çalışıyor.
Nitekim Türkiye, 2024’ün başında hem General Burhan hem de Dagalo ile diplomatik temaslar gerçekleştirdi ve Türkiye’nin, Kızıldeniz havzasında artan nüfuzuyla birlikte çözüme dair umut hala devam ediyor.
Sonuç
Tüm bu dengeler ışığında ve tarihsel tecrübeler doğrultusunda Sudan’ın geleceğine dair üç senaryonun birinin gerçekleşeceği net bir şekilde görülüyor.
Bunlardan birincisi; “dağılma senaryosu” olarak adlandırılabilir. Zira; iç savaşın uzun süre devam etmesi durumunda, Sudan fiilen üçe veya dörde bölünebilir. Darfur, Kordofan ve Hartum hattında farklı güç odakları ortaya çıkabilir.
Ancak bu senaryonun, İsrail ve BAE’nin jeostratejik çıkarlarıyla ve sahadaki planları ile örtüştüğünün belirtilmesi gerekiyor.
İkincisi ise; yine tarihsel tecrübeler doğrultusubda “Donmuş Çatışma Senaryosu” bun ortaya çıkmasıdır.
Bu senaryoda taraflar birbirini askeri olarak tüketirken, ülkede dış destekle geçici bir “statüko dengesi” oluşabilir ve bu durum, Karabağ, Keşmir ve Suriye’deki benzer yapılar gibi uzun yıllar sürecek bir düşük yoğunluklu çatışmaları sürekli hale getirebilir.
Üçüncü ve belki de en zor senaryo ise; Türkiye’nin devreye almaya çalıştığı senaryodur.
Zira Türkiye; özellikle son on yılda artan diplomatik etkisini burada da devreye almak istiyor.
Eğer Türkiye, taraflar arası gerçekleştirdiği akl-ı selim adımları, Afrika Birliği ve belki de Arap Birliği’nin de dahil olacağı çok taraflı bir diplomatik masa ile taçlandırabilirse, Sudan’da geçici bir teknokrat hükümet ve yeni bir anayasal süreç mümkün olabilir.
Sonuç olarak; tüm bu dengeler net bir şekilde gösteriyor ki; Sudan bugün sadece kendi iç savaşını değil, Afrika’nın geleceğini ve Kızıldeniz jeopolitiğinin yönünü belirleyen bir satranç tahtası haline geldi.
Bu noktada görünen o ki; ülkenin kaderi, yerli aktörlerin iradesinden çok, bu uluslararası satranç tahtasında taş oynatan güçlerin hamlelerine bağlı durumda ve tarih gösteriyor ki, bu üç senaryodan birisi hayata geçecek ve bunu iç dengeler değil dış dengeler belirleyecek.
