Doç. Dr. Kemal OLÇAR – 23 Haziran 2025
ABD, kuruluşundan bugüne kadar toplam 47 başkan görmüştür. Bu başkanlardan sadece 5 tanesi tarafından küresel politika yapım süreçlerine etki eden doktrin üretilmiştir. James Monroe, 2 Aralık 1823’te kongreye sunduğu doktrinde “Yalnızlık Politikası” yaklaşımı ile Avrupalı devletleri Amerika’dan uzak tutmak istemiştir. Ancak ABD bu sayede gücünü toplamış, kendi kıtasının güvenliğini garanti altına almış, güney ve kuzey Amerika topraklarında söz sahibi olmuş ve dünya lideri olmak için koşulları hazırlamıştır.
Truman Doktrini ise, 1947 yılında Başkan Harry Truman tarafından komünizmle mücadele gerekçesiyle hazırlanmış bir plandır. Truman Doktrini, Amerika Birleşik Devletleri’ne Sovyetler Birliği’nin özellikle Balkanlar, Türkiye ve Ortadoğu’da etkin olmasına engel imkânı sağlamıştır. Dwight Eisenhower Doktrinine gelince,1954 yılındaki “Barış için Atom” programına atfen 1957 yılında Orta Doğu’da bulunan ülkelere iktisadi ve askeri yardımlar yapmak yine komünizmin yayılmasını önleme hedefi gerçekleştirilmeye çalışmıştır.
1980 tarihinde açıklanan Jimmy Carter Doktrini de ABD’nin çıkarları için Basra Körfezine askeri müdahaleyi öngören politikaya işaret eder. Bu tarihten itibaren ABD Sovyetlerin Afganistan’ı işgaline gösterdiği tepki gereği hızla Körfez ülkelerine asker konuşlandırmaya başlamıştır. Reagan Doktrini, yine son iki doktrine benzer şekilde komünistlerin etkisini ortadan kaldırmayı amaçlamış ve 1991 yılına kadar yoğun bir şekilde uygulanmıştır.
Bu yaklaşım gereği ABD Orta Doğu, Afrika, Asya ve Latin Amerika’daki Sovyet yanlısı devletlerin yönetimlerini değiştirmek için antikomünist hareketlere destek vermiştir. Son olarak Bush Doktrini, George W. Bush tarafından 11 Eylül 2001 saldırılarından sonra “preemptivewar” ya da “önleyici savaş”, diğer adıyla “vurulmadan vur” yaklaşımıyla ortaya atılmış bir stratejidir. Bu doktrine göre gerekli görüldüğünde veya herhangi bir “risk” fark edildiğinde yabancı ülkelere müdahale edilmesi veya rejimlerin değiştirilmesi öngörülmektedir. ABD’nin bugün gerçekleştirdiği operasyonlara bakıldığında Monroe doktrini hariç bu doktrinlerin hala geçerli olduğu ve bu planların ABD Başkanlarına rağmen “müesses nizam” tarafından sıkı sıkıya uygulandığı anlaşılmaktadır.
ABD’de Lobicilik ve İsrail Etkisi
Donald Trump’ın bu anlamda asıl mücadele ettiği kesim daha çok içeride bulunan bu “klik/hizip” yapılardır. Diğer taraftan ABD’nin daha iyi anlaşılması için kuruluş anayasasının en önemli maddelerini incelemek gerekmektedir. 17 Eylül 1787 tarihinde Pensilvanya’da toplanan Anayasa Konvansiyonu tarafından kabul edilerek imzalanan,7 madde ve 27 yasa değişikliğinden oluşan ABD Anayasası Amerikalılara liberal yayılma, gelişme ve büyüme fırsatlarının önünü açmaktadır.
Ayrıca kökleri 1876 yılına dayanan ABD’de Lobicilik faaliyetlerinin Başkanlık dahil tüm devlet organlarının karar alma süreçlerine olan etkileri son derece güçlü ve gizlidir. Bu anlamda ABD’de1938 Yabancı Temsilciler Yasası, 1946 Federal Lobi Yasası, 1995 Lobicilik Yasası, 2007 Dürüst Liderlik ve Açık Hükümet Yasası olmak üzere dört kanun çıkartılmıştır. Bu yasal düzenlemeler başta İsrail Lobiciliği olmak üzere tüm lobi şirketlerine önemli politik güç atfetmiştir.
İlk kez 1654 yılında Amerika kıtasına gelen Yahudi sığınmacılar başlangıçta yerel halk tarafından istenmemiş, ibadethane açmalarına izin verilmemiş ve maddi çıkarlarını her şeyin üstünde tuttuklarından nefretle karşılanmıştır. Ardından Amerikan Yahudi Komitesi ve 1906 yılında kurulan Yahudileri Koruma Örgütü ve 1954 yılında kurulan Siyonist Halkla İlişkiler Komitesi (Amerikan İsrail Halkla İlişkiler Komitesi) tüm dünyadaki Yahudi varlığını desteklemek üzere kurumsal çalışmalara başlamıştır. Bunu yaparken sürekli demokrasi, insan hakları, özgürlükler, terörle mücadele ve eşitlik şeklinde temel insani değerleri referans gösterilerek adeta küresel meşruiyet kazanmaya çalışılmıştır.
ABD-İsrail Ortaklığı: Teolojik ve Stratejik Bir Bağ
Aslında yapılagelen şey dünya Yahudilerinin üstünlüğü üzerinden diğer insanların köleleştirilmesi ve hizmetkarlığına sunulmasıdır. Bu anlamda ABD 1900’lü yılların başından itibaren İngilizlerin doktrinel hegemonyasından Evanjelistler üzerinden Siyonistlerin kontrolüne geçmiştir. Dolayısıyla İsrail kuruluşundan itibaren ABD’nin güç sistemine dahil olmuş ve giderek Ortadoğu’da askeri bir üs haline gelmiştir. Teolojik olarak da ABD-İsrail ilişkileri tartışmasız ve koşulsuz destek üzerinden tanımlanmaktadır.
Eğer Yahudiler Rusya veya Almanya’da kalmaya devam etselerdi çok büyük ihtimalle aynı ilişki modelini bu ülkelerde kurmayı başaracaklardı. Yahudi diasporası var oldukları ülkelerde mikro düzeyde buna benzer bir model kullanarak işbirlikçi gruplarla (iş insanları, siyaset, medya, akademi, güvenlik birimleri, STK.lar, bireyler vs.) ortak çalışmalar yapmakta ve bu faaliyetleri özgürlük klişesi adı altında kamufle edebilmektedir. Bu tür Yahudi kurumları genellikle akademik anlamda değerli olduğu iddia edilen çalışmalar yaparak tüm dünyada özellikle entelijansiya grupları arasında destek bulmuş ve sinsi/zararlı fikirlerin yayılmasını kolaylaştırmıştır. Diğer taraftan büyük finans kuruluşlarını Yahudi finans sistemiyle entegre ederek Siyonizm’e önemli kaynak transferleri gerçekleştirmişlerdir.
Özellikle Ortadoğu’da bu planlara itiraz eden ve direnen bazı aktörleri ve örgütleri (Yasser Arafat, Usama bin Ladin, Saddam Hüseyin, Muammer Kaddafi, Taliban, Hizbullah vs.)ortadan kaldırmayı başarmışlar veya etkisizleştirmişlerdir. Bu tarihsel gerçeklerden hareketle ABD’nin başına hangi başkan gelirse gelsin İsrail politikaları değişmeyeceği gibi Trump tarzı liderler sadece geçici olarak bu güçlü altyapı ile mücadele eder gibi gözükecektir. Dolayısıyla ABD Başkanları istemese bile yazılı/sözlü kurulu nizama uyum sağlamak zorundadır.
İran’ın ise en önemli “büyük stratejilerini”; öncelikle 1979 Devrimini sürdürmek, Fakihin gücünü korumak, muhalif partileri yasaklamak, basını sansürlemek, Batı’dan uzak durmak ve nefret duyguları aşılamak, nükleer silâha sahip olmak ve iktisaden devletçi bir yapı inşa etmek şeklinde özetlemek mümkündür. Bu hedefler ABD ve İsrail’in gerçekleştirdiği askeri saldırılar sonucu pek değişmiş gözükmemektedir.
ABD’nin Askeri Gücü: Bombalar, Füzeler ve Bilgi Savaşı
Bütün bu sebeplerden dolayı hem 13 Haziran 2025 tarihinde İsrail’in başlattığı harekât hem de 22 Haziran 2025 saat 03.00’de ABD tarafından İran topraklarına yapılan saldırılar şaşırtıcı olmamıştır. Çünkü Trump kendi kamuoyunu ve tüm dünyayı barış ve diplomasi şeklindeki söylemlerle oyalarken eş zamanlı askeri hazırlıklarına devam etmekteydi. Trump tarafından verilen iki haftalık süre dolmadan B-2 Ağır Bombardıman Uçakları vasıtasıyla kullanılan 6 adet 13.600 kg.lıkGBU-57A/B MOP tipi sığınak delici bombalarla ve denizaltı platformlarından atılan 30 adet Tomahawk seyir füzeleriyle Fordo, Natanz ve İsfahan’daki nükleer tesisler vuruldu.
Bu silahlı askeri müdahaleler elbetteki siber saldırılarla, istihbarat oyunlarıyla, bilgi ve psikolojik harekatlarla desteklenmekte ve takviye edilmektedir. İran bu yüzden neredeyse yedi düvel tarafından kuşatılmış gibi gözüküyor. Karşılığında yıllardır ittifaklık ilişkisi kurduğu Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti, Rusya Federasyonu ve Çin Halk Cumhuriyeti tarafından doğrudan ve askeri olarak desteklenecek midir? sorusu küresel savaş tartışmalarına ya da doğrudan dünya savaşına sebep olacaktır.
Türkiye her zaman olduğu gibi bu çerçevede müzakere, diplomasi, görüşmeler ve uluslararası hukuk diyerek çözüm arayışları geliştirmeye devam etmektedir. Bu mesele her ne şekilde çözülürse çözülsün gelecekte başını öne eğmek zorunda kalmayan tek ülke Türkiye olacaktır. Ancak paralel şekilde bu dik duruşunu destekleyen savunma gücünü dünya standartlarının üstüne çıkma için elinden geleni yapmaktadır.
YORUMLAR