Doç. Dr. Kemal OLÇAR – 14 Ağustos 2025
Yazının başlığında geçen ifade David Fromkin’in 2004 yılında yayınlanan “Barışa Son Veren Barış: Modern Ortadoğu Nasıl yaratıldı?” adlı kitabından alıntılanmıştır. Gerçekten geçmişte ve günümüzde bazı barış anlaşmaları savaşları sonlandıracağına, bir sonraki savaşın ideolojik, sosyo-psikolojik, jeopolitik ve jeoekonomik koşullarını hazırlamak için tasarlanmıştır/tasarlanmaktadır. Yüksek ve orta ölçekli savaşlardan sonra kazanan devletlerin genellikle istediği ilişki modelleri peşine takılmak (bandwagoning)”, “sorumluluğu başkasına devretmek (buck-passing), bağlamak (tethering), bedavacılık (free-riding), prangalanmak (chain-ganging), tasmayı gevşetmek (leash-slipping) ve bağlamak (binding)” gibi modellerdir.
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra galip devletler (ABD, İngiltere, Fransa) Almanya ile Versailles Antlaşması (28 Haziran 1919), Avusturya ile Saint Germain Antlaşması (10 Eylül 1919), Bulgaristan ile Neully Antlaşması (27 Kasım 1919), Macaristan ile Trianon Antlaşması (4 Haziran 1920) ve nihayet Osmanlı İmparatorluğu ile Sevr Antlaşması (10 Ağustos 1920) imzalamışlardır. Bu anlaşmaların sonunda başta Almanya olmak üzere Türkiye dışında tüm revizyonistler (yenilen devletler) İkinci Dünya Savaşı’nın hazırlıklarını yapmaya başlamışlardır. Tüm bu anlaşmaların ortak sonuçları yenilen devletlerin mutlak toprak kaybetmesi, bölünmeleri, sömürgelerinin el değiştirmesi, ordularının dağıtılması, tazminata mahkûm edilmeleri, bağımsızlık ve egemenliklerini yitirmeleri, hazine gelirlerinin yenen devletlerin kontrolüne geçmesi, deniz bağlantılarının ortadan kalkması ve nihayet dağılmaları şeklinde ortaya çıkmıştır. Tabi bunun yanında tarih sahnesine yeni devletler çıkmış (Çekoslavakya, Yugoslavya, Polonya (Lehistan), Macaristan) ancak bazıları devlet olarak kalma şansı bulamamış ve 1990’lı yıllardan itibaren yeni çıkan savaşlarla birlikte dağılmışlardır. Bunun yanında en önemli ve etki yaratan anlaşma Osmanlı Devleti ile İtilaf Devletleri arasında imzalanan Sevr Barış Antlaşması olmuştur. Bu antlaşma gereği Osmanlı İmparatorluğu dağıtılmış ve arkasından yapılan Kurtuluş Savaşı ile yeni bir Türk Yurdu inşa edilmiştir. Lozan Barış Antlaşması’nda da Musul vilayeti/petrolü ve Irak sınırı meselesi, Boğazlar (Çanakkale ve İstanbul) sorunu, Hatay’ın durumunun netleşmemesi, Ege Adaları meselesi gibi bazı önemli hususlar çözülememiştir, ancak Türkiye’nin “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” politikası ve imparatorluk reflekslerinden arınması sorunların kaynağına yönelik saldırıları engellemiş ve yeni savaşların önünü kapatmıştır. Aynı anda Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Rusya’da Komünizm, Almanya’da Nasyonal Sosyalizm (Nazi) ve İtalya’da Faşizm rejimleri kurulmuştur. Sömürgeciliğin yerini mandacılık almış, mandater yönetim adı altında sömürgecilik ve emperyalizm yaygınlaşarak mevcut sınırlarını ikiye katlamıştır.
İkinci Dünya Savaşı’na gelince savaşın sonunda yapılan birçok konferansın (Washington ve Moskova konferansları, Kazablanka, Quebec, Kahire, Tahran, Londra, Malta, Yalta, San Francisco ve Potsdam) sonundaki en önemli anlaşma ABD, Birleşik Krallık, Fransa ve Sovyetler Birliği arasında 10 Şubat 1947 tarihinde imzalanan Paris Antlaşması’dır. Bu antlaşmanın sonunda da Avrupa’da sınırlar yeniden değişmiş ve ödenecek tazminatlar yenik devletlerin üzerine yıkılmıştır. Hatta On İki Ada Yunanistan’a verilmiş ve adaların silahsızlandırılması kararı alınmasına rağmen Yunanistan tarafından tam anlamıyla uygulanmamıştır. Dolayısıyla İkinci Dünya Savaşı’nın “Barış” anlaşmaları da bugün için başta Almanya, Sırbistan, Bulgaristan, Yunanistan vb. olmak üzere birçok devletin “büyük” olmak için fırsat kolladığı jeopolitik alanlar üretmiştir.
Savaşın hemen arkasından imzalanan Küçük Antant, Lokarno Antlaşması, Kellog Paktı, Balkan Antantı, Montrö Boğazlar Sözleşmesi, Sadabat Paktı ve Hatay Antlaşması gibi düzenlemelerin de bazıları yürürlükten kalkmış, kalanlar kadim rekabeti azaltma yönünde sonsuz ve sınırsız ebedi barışa hizmet edememiştir.
1992 ile 1995 yılları arasında meydana gelen Bosna Savaşı sonunda 14 Aralık 1995 tarihinde Bosna Başkanı Aliya İzzetbegoviç, Sırp Başkanı Slobodan Miloseviç ve Hırvat Başkanı Franjo Tudjman tarafından imzalanan Dayton Anlaşması da kalıcı barış yerine etnik ve dini grupların farklılıklarını derinleştirmiş ve “emsalsiz” bir rejim meydana getirmiştir. Anlaşma Bosna Hersek Devleti’nin büyük ölçüde uluslararası denetime bağımlı hale gelmesine ve evrensel demokratik kriterlerden uzaklaşmasına zemin hazırlamıştır. Bölgedeki donmuş statüdeki çatışmalı alanların uygun siyasi ve güvenlik iklimi ortaya çıktığında yeniden ısınabileceği öngörülmektedir.
1999 tarihinde Kosova’da çıkan yine Sırp kaynaklı çatışmalardan sonra 19 Nisan 2013 tarihinde imzalanan Brüksel Anlaşması (İlişkilerin Normalleştirilmesini Yöneten İlk İlkeler Anlaşması) da ideal barış tesisi inşa etmek için kurgulanmıştır. Ancak gelinen durumda Sırbistan hükümeti Kosova’yı bağımsız bir devlet olarak tanımıyor ve Sırp Belediyeler Topluluğu, Kuzey Mitrovica bölgesindeki otorite tesisi, fiziki sınırlar, plaka kullanımı vb. gibi hala çözülemeyen birçok sorun ortada durmaktadır.
1959-1960 yıllarında Kıbrıs’ta imzalanan Kuruluş, Garanti ve İttifak Antlaşmaları (Londra ve Zürih Antlaşmaları) bile Rumların Türklere karşı uygulanan kırım ve kıyımları engelleyememiştir. Yunanistan’ın kontrol ve denetiminde kurulan EOKA Terör Örgütü ENOSİS’in uygulanması için 21 Aralık 1963’ten itibaren Türk Köylerinde katliamlara başlamışlardır. Ardından Türkiye Cumhuriyeti tarafından 20 Temmuz ve 16 Ağustos 1974 tarihlerinde gerçekleştirilen Kıbrıs Barış Harekatları sayesinde katliamlar durdurulabilmiştir. Kıbrıs Adası’nda mevcut durumda bir barış anlaşması bulunmamaktadır, sadece geçici bir süre silahlar susmuştur. Bugün hala Yunanistan ve GKRY ikilisi KKTC’ne ve Türkiye’ye düşmanca ve iyi niyetle bağdaşmayan politik davranışlar geliştirmektedirler. Hatta bunun için İsrail ve diğer küresel güçlerle işbirliği yaptığı görülmektedir.
Keşmir Sorunu Hindistan ve Pakistan’ın 1947 yılında bağımsızlıklarını kazanmalarından sonra başlamış ve 78 yıldır sürmektedir. Bugüne kadar 1947, 1965, 1971 (Bangladeş bağımsızlık savaşı), 1999, 2025 yıllarında olmak üzere beş defa Pakistan ve Hindistan arasında çatışmalar yaşanmıştır. Keşmir bölgesinde üç yüz binden fazla Keşmirli Müslüman Hint askerleri tarafından katledilmiştir. Araya giren Birleşmiş Milletler kontrolünde 1 Ocak 1949 tarihinde Ateşkes Anlaşması imzalanmıştır. Anlaşma gereği bölge askerden arındırılacak ve plebisit yapılarak referandumla katılım hakkı bölge halklarına devredilecekti. Ancak ne Hindistan askerlerini bölgeden çekmiş ne de ne doğru düzgün bir referandum yapılmıştır. Hatta Hint askerleri mevcut konumlarını korumaya devam etmişlerdir. Neticede Camu Keşmir’in %45’i Hindistan’ın, %35’i Pakistan’ın, doğusunda bulunan %20’lik kısmı ise Çin’in kontrolünde kalmıştır. Dolayısıyla nükleer kapasiteye sahip iki ülke arasında yapılan tüm görüşme ve anlaşmalar Keşmir sorununu çözemediği gibi gelecekte çıkma ihtimali oldukça yüksek olan Pasifik savaşlarının da tetikleyicisi olabilecek konuma gelmiştir.
ABD öncülüğündeki çok uluslu hava güçlerinin 17 Ocak 1991’de başlattığı Birinci Körfez savaşı ve ardından yine ABD’nin Irak’ın kitle imha silahları ürettiği bahanesiyle 20 Mart 2003 tarihinde yaşanan İkinci Körfez Savaşı sonunda Irak Devleti sürekli çatışmaların ve terör örgütlerinin merkezi haline gelmiştir. Bu anlamda barış için gelinen topraklarda parçalanmış, ekonomisi bitmiş ve bir milyondan fazla insanın ölümüyle sonuçlanmış bir sözde barış tesis edilmiştir. Bugün Irak “federatif” yapısıyla toplumsal barışı dahi kuramamış, merkezi otorite muktedir olamamış ve kendi fiziki sınırları içinde egemenliğini tesis edememiştir.
27 Eylül 2020’de Ermenistan ile Azerbaycan arasında yaşanan İkinci Karabağ Savaşı sonunda yaklaşık 30 yıldır alınamayan ve Ermenistan’ın işgali altında bulanan Karabağ toprakları öz yurduna geri dönmüş ve Azerbaycan topraklarına yeniden dahil edilmiştir. O tarihten bugüne ateşkes konusunda Rusya, Fransa ve Amerika Birleşik Devletleri’nin arabuluculuğu ile üç kez bir araya gelen taraflar söz vermesine rağmen özellikle Ermenistan’ın saldırgan tutumu nedeniyle başarılı olunamamıştır. Özellikle Zengezur Koridoru konusunda mutabık kalamayan iki ülke nihayet ABD Başkanı Donald Trump aracılığı ile 8 Ağustos 2025 tarihinde Washington’da bir araya gelerek bir anlaşmaya (Trump Uluslararası Barış ve Refah Yolu-TRIPP) imza atmışlardır. Bu anlaşma gereği güvenlik sorumluluğu Ermenistan’a, koridorun inşa ve işletim sorumluluğu da 99 yıllığına ABD’nin olması kararlaştırılmıştır. Elbette bu anlaşma ile başta Türkiye olmak üzere bölge ülkelerinin çeşitli kazanımları söz konusudur, ancak yapılan anlaşmadan Rusya, İran, Ermenistan diasporası ve muhalefeti çok memnun gözükmemektedir. Kısaca yapılan bu anlaşma başka bir grup devlet ya da örgütleri rahatsız etmiş ise bu işlemin kalıcılığı sorgulanacağından mutlak barıştan söz etmek yine mümkün olmayacaktır.
10 Mart 2025 tarihinde Suriye Cumhurbaşkanı Ahmed eş-Şara ve sözde SDG lideri Mazlum Abdi arasında imzalanan “entegrasyon” anlaşması ise başlangıçta oldukça rasyonel gözükmüştür. Sekiz maddelik anlaşma gereği mealen SDG varlığını neredeyse sonlandıracak, Suriye’nin toprak bütünlüğü ve vatandaşların anayasal hakları güvence altına alınacak, petrol ve doğalgaz kaynaklarının işletimi Suriye’nin resmi kurumlarına devredilecekti. Ancak 9 Temmuz 2025 tarihinde Suriye’nin başkenti Şam’da ABD Temsilcisi Thomas Barrack, Fransız hükümeti temsilcisi Jean-Baptiste Faivre, sözde SDG temsilcileri ve eş-Şara’nın katılımlarıyla yapılan toplantıda ortaya konan esaslar bir önceki toplantı kararlarına tamamen aykırı idi. SDG burada Cumhurbaşkanlığı yardımcılığı, bazı bakanlıklar ve bürokraside çeşitli görevler talep ederken, enerji kaynaklarından pay, on bin kişilik bir silahlı grup ile Suriye Milli Ordusuna katılım ve özerklik istemiştir. Bu durum Suriye’de küresel güçler marifetiyle yapılan sözleşme ve anlaşmaların müteakip dönem ortaya çıkacak çatışmaların da habercisi olduğunu kesin bir şekilde göstermektedir.
Filistin-İsrail arasında 1948 yılından bu yana yaşanan çatışmaların ve katliam/soykırımların sonlanması için gerçekleştirilen Camp David Anlaşmaları, sayısız ateşkesler, görüşmeler, BM Güvenlik Konseyi tarafından alınan kararlar, 7 Ekim 2023 sonrası Uluslararası Adalet Divanı ve Uluslararası Ceza Mahkemelerince verilen hükümlere rağmen İsrail başta Gazze olmak üzere tüm Filistin bölgesinde soykırım yapmaya devam etmektedir. Bu yüzden İsrail’in Gazze’de uygulamış olduğu soykırım konusunda uluslararası hukuka ve hakkaniyete aykırı yapılacak her türlü barış girişimleri gelecekte yeni savaşların izlerini taşıyacaktır.
Benzer durum Rusya Federasyonu ve Ukrayna arasında 24 Şubat 2022 tarihinde başlayan savaş için de geçerlidir. ABD Başkanı Trump’ın iki ülke arasında olası ateşkes ve barış anlaşması için taraflara dayattığı her husus gelecekte taraflardan birinin revizyonist bir karakteri haiz olması ile sonuçlanacaktır. Mevcut yönetimler şartları şimdilik kabul etseler bile yeni nesil politikacı ve askerler bunu değiştirmek için mücadele edeceklerdir. Trump, özellikle iki tarafı ve ilgili diğer aktörleri yatıştırmak için bazı sorunlu alanların çözümünü kendisinden sonraki yönetimlere bırakabileceği değerlendirilmektedir. Bu yaklaşım bölgedeki rekabetin ileride yeniden canlanabileceği anlamına gelmektedir.
Sonuç olarak en optimal barış tesis etmenin yolu öncelikle uluslararası hukukun gözetilmesi, devletler arası gelenek ve teamüllerin açık uygulaması, insancıl yaklaşım, hakkaniyet ve en önemlisi karşılıklı iyi niyetin önceliklendirilmesi olmalıdır. Bunun dışındaki uygulamalar İsrail gibi saldırgan ve soykırımcı katil devletlerin önünü açarken dünyayı kaotik ve anarşik dönemlerine geri döndürecektir. O yüzden “barış” tesis etmeden önce ilgili halklara danışmak ve onay almak gerekmektedir. Türkiye Cumhuriyeti bu anlamda bölgesindeki en şiddetli çatışmalarda ve terörle mücadelede bile kural ihlali yapmayarak ve dünya beşten büyüktür diyerek gerekli mesajları muhataplarına iletmektedir.
YORUMLAR