Ceyhun BOZKURT – 14 Haziran 2025
Gerek katıldığımız televizyon programlarında gerekse de kaleme aldığımız yazılarda İran politikalarını çokça eleştirdik. Bu eleştirilerimizin temelinde Tahran’daki yönetimin koyu bir mezhepçilik yürütmesi, bu mezhepçiliğin temelinde Fars milliyetçiliğinin olması (Şii mezhebi inancına sahip Azerbaycan Türklerini bile düşman gören bir anlayış), bu nedenle bölgede diğer tüm Müslüman etnik kökenlere, halklara düşmanlık üreten politikalar sahaya sürmesi yer almaktaydı.
Bunun en önemli laboratuvarı Suriye sahası olmuştu. Suriye’de bulunan İran unsurlarının sadece ülkelerinin stratejik hedefleri doğrultusunda belli bir coğrafyayı Sünnisizleştirme politikası gütmesi ve bu kapsamda da Türk ve Araplara yoğun katliam politikası üretmesi büyük tepki çekti. Hatta Beşar Esad’a yönelik öfkenin dinmemesinde en büyük etkenlerden biri İran’ın uyguladığı bu politika vardı.
Karabağ Travması ve Tahran’ın Çifte Standardı
Biz Türkler için de, 1990’ların başında Ermenistan’ın Hocalı soykırımı dahil, Karabağ’ın işgal sürecine İran’ın verdiği destek travma oluşturmuş, yine aynı Tahran yönetiminin Karabağ vatan savaşında yine Azerbaycan’ın karşısında konumlanması bizi kızdırmıştı. Yine KCK’nın İran ayağı ile mücadele ederken, Türkiye ve Suriye ayağıyla son derece samimi ilişkiler içinde olması, terörle bağlantısı Türk milletinin haklı tepkisini çekmişti.
Hepsine eyvallah.
Ancak İran, bir süredir İsrail’in saldırıları dolayısıyla Lübnan’da, Suriye’de, Irak’ta (Burada ABD desteği de söz konusu) epey geriledi. Şu an sadece Yemen’de Husiler üzerinden bir etki bırakabiliyor. Orada da Husilerin İran’dan bağımsız hareket etme kabiliyeti çok güçlü. Yani İran epey darbelendi.
Asıl Tehdit: Siyonist Yayılmacılık
Hepsinden de önemlisi, İran’ın yaptıklarından çok daha büyük bir düşman var: Siyonizm.
Siyonizmin babası olarak bilinen Theodor Herzl, 1902’de yazdığı Altneuland adlı romanında hedefledikleri ülkeyi tanımlarken “Ülkenin toprakları Akdeniz’den Fırat Nehri’ne, güney Filistin’den Lübnan’a kadar uzanıyordu” demektedir. Herzl’in siyasetini takip eden tüm Yahudi politikacılar ve kanaat önderleri bu hedefe bağlı kalma konusunda istikrarlıydı.
Ancak pratikte bunu zamana yayarak İsrail’in Kurucu Cumhurbaşkanı Haim Weizmann’ın uyguladığı “ihtiyatlı manipülasyon politikasıyla” bu hedefi öne çıkarmamayı tercih etmişlerdir. İhtiyatı bırakmamalarına rağmen bu hedefi dönem dönem açıklamalarına yansıtan İsrailli siyasetçiler de vardı. Bu açıklamalardan birkaçını sıralayalım:
“Bu ülke bizzat Allah tarafından yapılmış bir vaadin gerçekleşmesi olarak mevcuttur. O yüzden bu ülkenin yasallığı konusunda hesap sormaya kalkışmak gülünç olur.” Golda Meir, Eski İsrail Başbakanı
“Bu toprak bize vaat edilmiştir ve bizim bu toprak üzerinde bir hakkımız vardır… İsrail Peygamber’in toprağı İsrail halkına teslim edilecektir. Tamamı ve ilelebet.” MenahemBegin, Eski İsrail Başbakanı
“Statükoyu devam ettirmek söz konusu değildir. Dinamik, genişlemeye yönelik bir devlet meydana getirmek zorundayız.” Ben Gurion, Eski İsrail Başbakanı
“Bizler Tevrat’a sahipsek, kendimizi Tevrat ehli olarak görüyorsak, Tevrat topraklarına da, yani Hâkimler ve Hz. İbrahim’den Hz. Musa’ya kadarki peygamberlerin topraklarına, Kudüs’e, Halil’e, Eriha’ya ve daha başka yerlere sahip olmamız gerekecektir.” Moşe Dayan, Eski İsrail Genelkurmay Başkanı/Savunma Bakanı/Dışişleri Bakanı
“Ben bir Arap lideri olsaydım İsrail’le asla görüşmeler yapmazdım. Çünkü biz onların vatanlarını aldık. Şüphesiz bu toprakları Tanrı bize vaat etmişti, fakat bu onlar için ne ifade eder? Bizim Tanrımız, onların Tanrı’sı değil ki. Evet biz İsrailoğullarından geliyoruz fakat iki bin yıl önce; onlar için bunun ne anlamı var? Evet, Naziler, Hitler ve Auschwitz kampı yaşandı, fakat bu Arapların suçu mudur? Araplar sadece bir şey görürler: Onların vatanlarını çaldık! Bunu niye kabul etsinler?” Dünya Yahudi Kongresi Başkanı Nahum Goldmann’ın 1956’daki kongrede Başbakan Ben Gurion’a söylediği sözler
Teopolitik Bir Hedefin İzinde: Herzl’den Netanyahu’ya
Sadece İsrailliler mi?
Batı emperyalizmi temsilcileri de bu konuda benzer düşüncedeydiler. Teopolitik bir hedefe doğru ilerlemek istiyorlardı, ilerliyorlardı.
Kudüs’ün işgalinden sonraki süreçte Filistin topraklarında kurulan aşırı milliyetçi paramiliter yapılanması Haganah militanlarına 1936-1937 yıllarında askeri eğitimler veren İngiliz subayı Orde Charles Wingate, İkinci Dünya Savaşı sürerken uçak kazasında hayatını kaybetti. Savaş sonrası İsrail Devleti’nin kuruluş sürecinde Filistin’de çatışmalar sürerken, Wingate’in dul eşi Lorna Wingate, Haganah unsurlarına destek vermek için bölgeye gitti. Ancak Lorna Wingate’i taşıyan uçak kuşatma nedeniyle iniş yapamadı. Bu sırada Lorna Wingate çok ilginç bir şey yaptı. Bir paraşüte notunu iliştirdiği İncil’i bağlayıp aşağıdaki Haganah militanlarına attı. Notta şu ifadeler vardı:
“Bu İncil sizin ve bizim aramızda zafere veya mağlubiyete şimdi ve sonsuza dek yapılan anlaşmanın bir simgesidir.”
Bayan Wingate’in “Sonsuza dek yapılan anlaşma” ifadesi kişisel bir ifade miydi yoksa halka da yansıyan bir teo-politik hedefin işareti miydi bilinmez. Ancak sonrasındaki gelişmeler muhafazakâr Hıristiyan ve Musevi dünyasının belirledikleri ortak hedeflere imanını göstermekteydi.
Netanyahu yönetimi bu teopolitik vahşi hedefe ulaşmak için artık dünyayı yakabilme potansiyeline sahip. Bu nedenle İran’a yönelik eleştirilerimizi şimdilik kenara bırakarak, İsrail’de artık terör örgütü potansiyeli oluşturan bu yapıya karşı MHP lideri Devlet Bahçeli’nin söylediği gibi güç kullanımının altyapısını oluşturacak formüller üzerine çalışmak lazım. Bu yapılmazsa kendi ülkesini bile yakma, yıkma potansiyeline sahip bir siyasi ve teopolitik güçten bahsediyoruz.
11 Eylül Senaryosunu Önceden Söyleyen Bir İfade
1992’ye dönelim…
ABD’nin dünya imparatorluğuna giden yolda yürüyen siyasetinin en derin mekanizmalarının tepesi olarak bilinen Council on Foreign Relations (CFR-Dış İlişkiler Konseyi) üyesi Henri Kissinger’ın 1992 yılında yaptığı bir konuşma da 11 Eylül konusunda adeta işaretler taşımaktadır. Aynı zamanda eski Dışişleri Bakanı olan Yahudi kökenli Kissinger, CFR’nin dışarı sızdırılan bir toplantısında şu ifadeleri kullanmıştı:
“Bir sabah aniden uyandığınızda, Los Angeles’ta bütün CIA ajanlarını, FBI ajanlarını yani tüm güvenlik güçlerinin bütün kente el koyduğunu gördüğünüz zaman bu harekete nefretle bakarsınız ve protesto yağdırırsınız. Ama dünya şartlarının, küresel şartların gereklerine insanları o derece inandırabilirsiniz ki, bir sabah yine uyandığınızda Los Angeles sokaklarında CIA, FBI, polis güçlerinin ve havada savaş uçaklarının vızır vızır döndüğünü görürseniz bunu çok rahat karşılarsınız. Ve bundan büyük memnuniyet duyarsınız.”
Bu ifade, 9 yıl sonrasının adeta bir senaryosu gibidir. Örneğin 10 Eylül 2001’de CIA, New York’ta olağanüstü hal ilan etmiş, New York’a federal askeri güçler gelmiş, uçak gemileri, nükleer başlıklar dolanıyor, geziyor, tepede uçaklar geziyor olsaydı sadece New York değil, ABD, hatta dünya ayağa kalkardı. Demokrasi, insan hakları nutukları atılırdı. Ancak 11 Eylül’de bu saydıklarımız hepsi oldu ve hiçbir tepki gösterilmedi. Aksine, başta Amerikan kamuoyunda olmak üzere Batı dünyasında savaş çığlıkları atıldı.
Sistem İsrail’in Yanında: ABD-İsrail Stratejik Ortaklığı
Ortadoğu’ya yönelik saldırganlık böyle yoğunlaştı.
Medyamızda Trump’ın Netanyahu’ya yönelik kızgın olduğu, destek vermeyeceği/vermediği haberleri çok oluyor. Altını çizelim: Kızgın olsa ne olur. Sistem İsrail’in yanında. Hatta İsrail bizzat ABD devlet sisteminin içinde.
Daha bugün The Jerusalem Post’un Middle East Eye’e dayandırdığı haberde şunu yazmakta:
“ABD, İran saldırısından önce İsrail’e 300 Hellfire gönderdi, Tahran’ın füzelerinin engellenmesine yardımcı oldu.
Füzelerin, Şubat ayında Kongre tarafından onaylanan 7,4 milyar dolarlık silah paketinin bir parçası olması nedeniyle transfer için yeni bir bildirim yapılmasına gerek yoktu.”
ABD’li kaynakların yaptığı açıklamaya göre sevkiyat Salı günü gerçekleşmiş.
Gördünüz mü ittifakı…
Siz ne yaparsanız yapın, bozulmuyor.
Biz ise Türkiye-İran, Türkiye-Suudi Arabistan, Suudi Arabistan-İran, Türkiye-Mısır, Mısır-İran, Mısır-Katar vb. gibi İslam içi karşıtlıklara sürüklenelim.
Birileri Türkiye’de Arap düşmanlığı yaptırırken aynı birileri Arap coğrafyasında da Türk düşmanlığını tetiklesin.
Bunları yaparken, fesih kararı alan PKK’ya da “Aman silah bırakmayın, bizim adımıza terör üretmeye devam edin” desin.
Etrafınızdaki Lawrence tohumlarına bakmayın. Bizim için esas tehdit Siyonizm ve Emperyalizm’dir. Gerisini evelAllah halledecek güç ve kapasitedeyiz.
YORUMLAR