Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya

Paracıların Kaygıları Asla Bitmeyecek: Eşitlik En Büyük Kâbusları – Doç. Dr. Kemal Olçar

Doç. Dr. Kemal OLÇAR – 27 Ekim 2025   Paracılar

Doç. Dr. Kemal OLÇAR – 27 Ekim 2025

 

Paracılar (kapitalistler-liberaller denince daha iyi anlaşılabilir) iktisadi düzeni kurarken bazı parametreleri “varsaydılar” (varsayım) diğer bazı hususları da yok saydılar (yoksayım). Klasik liberaller tarafından varsayılanlar; (1) piyasalar “görünmez bir el” tarafından yönetilir, görünmez el’den kasıt talep ve arz dengesidir, (2) toplumlarda her bir birey zenginleşirse tüm toplum zenginleşir, (3) devlet mekanizmaları sadece güvenlik sağlar ve dış politikayı yönetir, (4) devlet dahil hiçbir örgüt piyasaya müdahale edemez, (5) tüm bireyler şahsi çıkarları peşinde koşmalıdır.

Ancak bunun yanında yoksayılan faktörler; (1) işsizler, evsizler, engelli kişiler, yaşlılar, desteğe ihtiyacı olan öğrenciler gibi toplumun hassas grupları ve iktisaden “değersiz” topluluklar (paracılara göre bu insanlar yok hükmündedir), (2) serbest pazar koşullarında “tam rekabet” olasılığı kendiliğinden oluşmakta ve mutlak kalite öngörülmekte ise de hiçbir zaman istenen şartlar oluşmamakta ve nepotizm dahil gözetilen ayrıcalıklı bireyler daha da zenginleşmektedir, (3) tam istihdam piyasa ortamında teorik açıdan oluşması beklenmesine rağmen eksik istihdam oranları liberal çevrelerde zirveye ulaşmıştır, (4) piyasaya devlet müdahalesi en özgürlükçü ekonomilerde bile çeşitli yollarla gerçekleşmiş ve denge sağlanmaya çalışılmıştır, (5) hiçbir zaman arz ve talep dengesi oluşmamıştır, (6) sonuçta bir grup aile dünya gayri safi hasılasının yüzde doksanını kullanır hale gelmiş ve kalan yüzde doksan yüzde on gelirle yaşamak zorunda bırakılmıştır.

Aydınların ve Ulemanın Tarihsel Sınavı

Diğer taraftan yoksul geniş kesimlerin hakkını ilmi ve vicdani açıdan korumakla mükellef entelijansiya ve dini ulema varlıklı gruplarla iş birliği yaparak, oluşan bu dünya düzenini olumlamış ve normalleştirmiştir. Bu destekten elbette payına düşen miktarı almışlar ve yeni bir üst-orta sınıf yaratmışlardır. Oysa Fransız İhtilali’nin eğitsel ve eylemsel hazırlığını yapan ve alt sınıfların farkındalığını arttıran prestijli orta sınıfların en önemli temsilcileri; René Descartes (1596-1650), Montesquieu (1689-1755), François Marie Arouet ya da Voltaire (1694-1778), Jean-Jacques Rousseau (1712-1778), Denis Diderot (1713-1784), Jean le Rond d’Alembert (1717-1783) ve Napolyon Bonapart (1769-1821) gibi düşünür ve askerlerdi. Anadolu İhtilali’nin de koşullarını Namık Kemal (1840-1888), Ziya Gökalp (1876-1924), Yusuf Akçura (1876-1935), Fevzi Çakmak (1876-1950), Ali Fethi Okyar (1880-1943), Mustafa Kemal ATATÜRK (1881-1938), Refet Bele (1881-1963), Kazım Karabekir (1882-1948), Halide Edip Adıvar (1884-1964) gibi pek çok düşünür ve asker hazırlayıp icra etmiştir. Tüm bu tarihi kişiliklerin ortak özelliği halkların menfaatlerini kişisel menfaatlerinin önünde tutmaları olmuştur. Devrimlerin ardından liderler öncülüğünde hazırlanan sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik değişimler milletleri geleceğe hazırlamış ve yok olmalarını engellemiştir.

Yine bu devrimlerin diğer bir ortak tarafı; krallık, derebeylik ve imparatorluk dönemlerinde geçişlerin mümkün olmadığı tabakalaşma sistemini güçle ve halklarla iş birliği yaparak değiştirebilmeleridir. Oysa ruhban sınıfı, kraliyet aileleri ve soylu sınıfların tekelinde olan üst sınıf yapılanmasına alt tabakalardan itibaren dikey hareketlilik asla mümkün olamamıştır. 20. yüzyılın sonlarında ise sosyologlar tarafından şekillendirilen sınıfsal ayrımlar içinde aşağıdan yukarı veya yukarıdan aşağı dikey mobilizasyon mümkün hale gelmiş ve alt sınıfların orta-üst sınıflara ulaşabilmesi bir insan ömrü dahilinde normal koşullarda bile hayal olmaktan çıkmış gerçeğe dönüşmüştür. Ancak bugün “alt-alt orta-orta-üst orta-üst” şeklinde ortaya konan grupsal tanımlamalar neredeyse orta çağ dönemlerinde olduğu gibi yeniden düzenlenmiş ve yukarıya doğru hareketlilik oldukça zorlanmıştır. Az sayıda olan büyük sermaye sahipleri ve finans spekülatörleri birikimlerini kar topu etkisiyle pozitif yönde arttırırken, sermayeden yoksun ezici çoğunluk “çığ” şeklinde negatif yönde varlık kaybı yaşamaktadır. Bu sosyal ve iktisadi koşullar önceki tüm yıkıcı devrimlerden önce oluşan ortamdan daha vahim bir halde olduğunu çoktan kanıtlamıştır. Dün ile bugünün en önemli farkı “aydın” kesimin ahlaken ve etik anlamda uğradığı erozyondur. Alt ve üst sınıflar arasında “köprü” görevi yapan eğitimli ve donanımlı kişilerin aradan çekilmesiyle köprü yıkılmıştır. Aydın kimselere sermayeden dağıtılan az miktarda “artı değer” az bilindik doğruların çok bilindik yalanlarla yer değiştirmesine neden olmuştur.

Kitlelerin Manipülasyonu ve Medyanın Rolü

Bunun yanında çok az teknolojik yayın ağları ve hala var olduğuna inanılan bazı kanaat önderleri kamuyla doğru iletişim kurabilmektedir. Halk kitleleri kurgulu, verili ve organize bilgi paketleriyle oyalanırken diğer taraftan sermaye ile doğrudan ilişkili kitle iletişim araçları sahip ve yönetimleri çıkarları doğrultusunda sessizce sınıfsal tırmanışa geçmektedirler. Kamu ve özel sektör halkın çıkarlarını ihmal ederken diğer taraftan bu işlev kendiliğinden oluşan toplum temelli gönüllü kuruluşlarına havale edilmektedir. Nispi mukayese yapıldığında ilk iki sektöre kıyasla oldukça zayıf kalan sivil sektör yine de oldukça başarılı işlere imza atmaktadır. Bu yüzden Gazze’de soykırıma çok sayıda sivil sektör grubu tepki verirken, uluslar üstü kuruluş ve devlet düzeyinde az sayıda reaksiyon oluşmuştur. Oysa Ukrayna-Rusya Federasyonu Savaşı’nda, Suriye İç Savaşı’nda, ABD’nin birçok ülkeye müdahale ettiğinde, Çin’in ekonomik hegemonya kurma girişimlerinde, büyük devletlerin vekil güç olarak terör örgütleriyle ortaklıklar kurduklarında, Venezüella’nın içine düştüğü stratejik çaresizliğinde, hatta doğal bir afet durumunda en büyük zararı halklar görmektedir. Buna rağmen farkındalığı düşük tutulan toplumsal gruplar güç sıralamasında doğru konumlanmadığı ya da gücünün farkında olmadığı için insanlık adına inisiyatifi bir türlü ele geçirememektedir.

Bütün bu sebeplerden ötürü aşırı anlam yüklenen bazı konular, materyalist yaşam tarzının dayatılması, özgül ağırlığı oldukça fazla olan sorunların minimize edilmesi, maddi varlık biriktirme hastalığı, nemelazımcılık, vurdumduymazlık, bencillik yeni çağdaş sosyo-kültürel yaşamın gerekliliği şeklinde yansıtılmaktadır. Yeni yapıda inanç dışlanmakta, ahlak gereksiz görülmekte, vicdan lügat tanımlarından çıkartılarak anlamsızlaştırılmakta, kanaat etmek ve şükretmek eziklik şeklinde servis edilmekte, sosyal iletişim kurmak anomali haline getirilmekte, aile kurumu doğa durumunda asosyal insan dışı varlıklar düzeyine indirilmekte, “sadelik” basitlik olarak algılanmakta, para kutsallaştırılmakta ve savaşlar diplomasinin yerini almaktadır. İnsanlığın bu gerilim düzeyini uzun süre sürdürmekte zorlanacağı değerlendirilmektedir. Yaşamın merkezine materyal/kapital koyduğunuzda iş birliği yaklaşımlarının yerine çatışmacı teoriler hızla iş görür hale gelir ve rekabet öngörülemez seviyelere ulaşır. Gelecekte savaşların ve mücadelelerin devletler veya devlet dışı organizmalar arasında olacağını yadsımamakla birlikte, gerçek çatışmaların devletler ile halklar arasında olması ihtimalinin korkutucu boyutlara ulaştığı ifade edilmektedir.

Bu hipotez üzerine alınması gereken tedbirlerin başında;

  1. Uluslararası kuruluşların büyük güçlerin denetim ve kontrolünden çıkarılması,
  2. Saldırgan devletlerin sistemin dışına tereddütsüz atılması ve tecrit uygulaması,
  3. Gelir dağılımındaki adaletsizliği ortadan kaldıracak uluslararası bir örgütün kurulması,
  4. Sivil toplum örgütlerinin insan ve finans kaynaklarını kurumsallaştırmak adına yine uluslararası bir yapının oluşturulması,
  5. Aşırı kazanç sağlayacak mekanizmaların yok edilmesi,
  6. Bu durum gerçekleştiğinde oransal vergilendirme sisteminin getirilmesi,
  7. Sürdürülebilirlik adına küresel boyutta istihdam planlamalarının yapılması,
  8. Demokrasi ve özgürlüklerin ayrım gözetmeksizin tüm insanlığın hakkı olduğunun evrensel yasalarla tescili ve korunmasına ilişkin garantörlük sisteminin küresel bir örgüte verilmesi,
  9. Acil durumlarda kullanılabilecek bir dünya ordusu teşkil ederek yönetimin sırayla tüm ülkelere tahsis edilmesi,
  10. Ortak finansal planlamaların yapılarak dolar, altın vs. gibi gereğinden fazla önem atfedilen metalardan insanlığın kurtarılması,
  11. Altın üzerinden manipülasyon yaparak savaşları fonlayan kişi, kurum, devlet ve yapıların işlevsiz hale getirilmesi,
  12. Tüm bunların yapılabilmesi için yeni bir dünya savaşının yaşanmasına izin verilmemesi, şeklinde sıralamak mümkündür.

Bu tür tedbirlere ilişkin söylenecek çok söz var ancak ilk önce atılması gereken adım örnek bir model bulmak olmalıdır. Bunun için neden Türkiye Yüzyılı Vizyonu olmasın?