Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
celalettin yavuz logo
Celalettin Yavuz

Türkiye’ye ‘Lübnan Modeli’ Yönetim (!) – Prof. Dr. Celalettin Yavuz

Prof. Dr. Celalettin Yavuz – Güvenlik Politikaları Uzmanı, 24 Temmuz 2025

 

Türkiye’de siyaset dünyası ortada fol ve yumurta yok iken kendisini ve kamuoyunu meşgul edecek ilginç konular bulma konusunda adeta uzmanlaştı.

Son günlerde Türkiye için “Lübnan Modeli” bir devlet yönetim şekli getirileceği tartışılmaya başlandı. Aslında bal gibi yeni bir ‘Çözüm Süreci’ olsa da algı yönetimi ile kamuoyunun yönlendirildiği Terörsüz Türkiye projesini başarıya ulaştırmak maksadıyla TBMM’de bir komisyon kurulacak. İşte dananın kuyruğu da tam bu noktada kopuyor. Hele de bu esnada MHP Genel Başkanı Bahçeli’nin Merkez Yönetim Kurulu-Merkez Disiplin Kurulu Ortak Toplantısı sırasında “Türkiye’mizi yoran, yıpratan, enerjisini çalan, fahiş mahiyetli sosyal ve ekonomik maliyetlere neden olan etnik ve mezhep temelli dayatmalara karşı Terörsüz Türkiye’nin adım adım ilerlediği bir dönemde, iki Cumhurbaşkanı Yardımcısından birisinin Alevi, diğerinin de Kürt olabileceği” şeklindeki sesli düşünüşünden sonra…

Bu ifadeler ile ‘terörsüz Türkiye’ komisyonunda DEM Parti ve PKK terör örgütünün “Demokratikleşme” adı altında istekleri yan yana getirildiğinde ister istemez akıllara Türkiye’ye ‘Lübnan Modeli” yeni bir yönetim sisteminin getirilebileceği dillendirildi. Hatta durum giderek “Lübnanlaşma” gibi çığırından çıkan bir boyuta taşınınca bu konu ele alında.

Lübnan Modeli Yönetim ve Benzer Uygulamalar

Uluslararası disiplinde Lübnanlaşma kavramı, Filistin Kurtuluş Ordusu (FKÖ)’nun 1975’te Lübnan’da Bekaa Vadisi’ne yerleşmesi, ardından Suriye’nin bölgedeki hakimiyeti, daha sonra İsrail’in askeri müdahaleleri, son olarak da 1974-1989 arasında Lübnan’da süren iç savaş üzerine ortaya çıktı. Bir zamanlar “Ortadoğu’nun Paris’i” diye övgüler dizilen Beyrut, bu iç savaş sırasında harabeye dönerken, 120 bin civarında insan da hayatını kaybetti.

Lübnan’da dini ve etnik ayrımlara göre belirlenen kotaya dayanan devlet yönetimi sistemi mevcuttur. Bunun tarihi Osmanlı İmparatorluğu döneminde 1860’da Lübnan’da Dürziler ve Hıristiyan Maruniler arasında çıkan çatışmalara Avrupalı “Büyük Güçlerin” müdahalesine kadar dayanmaktadır. Özellikle Marunilerin hamiliğine soyunan Fransa’nın etkisiyle nüfusun dini ve mezhep yapısına uygun kotalar getirildi. Fransa hakimiyetinin sürdürüldüğü 1920’de devam etti ve 1926’da anayasaya da girdi.

Lübnan’da din ve mezheplerin taraftarları milli mecliste farklı kotaya sahiptirler. İçlerinde Maruniler, Rumlar, Ermenilerin bulunduğu toplum Ortodoks ve Katolik olmak üzere ikiye bölünmüştür. Müslümanlar da Sünniler, Dürziler ve Şiiler şeklinde üçe ayrılmıştır. Bu ayrıma bağlı olarak Anayasa’da cumhurbaşkanı Hıristiyan, Başbakan Sünni ve Meclis Başkanı da Şii olacak şekilde yer almaktadır. Bu anayasal düzenleme sonucu halkın bütünleşmesinden çok, her grubun kendi yandaşlarının çıkarlarını öne alan tutumu sebebiyle bölünme ve parçalanmaya daha çok uygundur. Zira devamlı birbirleriyle bir mücadele halindedirler. Grupların birbirleriyle didişmesi sonucu da bir türlü milli birlik ve bütünlük gerçekleşememektedir. Her bir grubun yurtdışından kollayan hamileri mevcut olup, ülke yönetiminin bağımsız ve özgür hareket edebilme şansı yoktur. İsrail’in, Suriye’nin, İran’ın, Suudi Arabistan’ın ve Fransa’nın zaman zaman müdahil oldukları veya vekalet savaşlarına taraf oldukları henüz unutulmamıştır.

Bu tür uygulamalar tarihte, özellikle de Fransız İhtilali sonrası “milliyetçilik” akımlarının ortaya çıkışından sonra daha da yaygınlaşmıştır. 1920’li yılların sonlarına doğru Yugoslavya’da Sırplar, Hırvatlar ve Boşnaklar arasında benzer uygulamalar mevcuttu. Ancak bir süre sonra ülkede krallıkla yönetilmeye başlandığında yeni monarşik sisteme bu uygulamayı ortadan kaldırmıştı.

Yugoslavya soğuk savaş sonrasında dağıldığı zaman çıkan Bosna-Hersek Savaşı sırasında bu gruplaşma bütün çirkinliği ile göründü. 1995’te imzalanan Dayton Ateşkesi’ne göre oluşturulan yeni devlet yönetimi de çok çeşitli kotalarla bezendiğinden ülkede her an yeni bir çatışma çıkabileceği endişesi devam etmektedir.

Halen Irak’ta benzer bir uygulama mevcuttur. Irak Cumhurbaşkanı Irak Kürtleri tarafından temsil edilirken, başbakan ve meclis başkanlığı Şii gruplar arasından paylaşılmaktadır. Ülkede ciddi oranda Sünni olmasına rağmen Saddam’ın Baas rejimine destek vermiş oldukları için Saddam sonrası Irak’ta Şiilerin devletteki temsil hak ve ödevleri önemli ölçüde arttırılmıştır. ABD’nin etkisiyle de Kürtlerin…

Bu verilen örneklere bakıldığında dikkati çeken en önemli husus, bu uygulamayı yapan ülkelerin hemen hepsinin “zayıf devlet” (weak state) oluşudur.

Nitekim soğuk savaş sonrasında bile hangi ülkede bir iç savaş çıkacak olsa “Lübnanlaşma” riski taşıdığı gündeme getirilirdi. Yani devlet otoritesinin parçalı yapısı, siyasi düzenin din/mezhep ve etnik şekilde ayrıştığı, devlet içinde devlet haline gelen silahlı milislerin varlığı, dominant dış güçlerin kendi yandaş grubunu korumak ve kollamak maksadıyla ülke yönetimine baskısı veya müdahalesinin varlığı!

Türkiye İçin ‘Zayıf Devlet’ Yakıştırması Yapılabilir mi?

Bazen enseyi çok çabuk karartabiliyoruz. Türkiye’nin ‘Lübnan Modeli’ne dönüşebilmesi için öncelikle ‘zayıf devlet’ haline dönüşmesi gereklidir. Oysa Türkiye, kurucularının üzerinde ısrarla titredikleri “ulus devlet” olma özelliğini büyük ölçüde özümsemiştir. Hatta bu özelliğini bazı kesimlerin, çeşitli çıkar mülahazalarıyla ya da oltaya takılarak emperyal ülkelerin ağzıyla konuşup yazmalarına rağmen korumayı başardı. Ak Parti’nin ilk yıllarında alevlenen “Yeni Osmanlıcılık” veya Hilafet’in yeniden Türkiye’ye getirilmesi, “milli kimlik” yerine “ümmet” fikrinin yaygınlaştırılmaya çalışılması için yürütülen algı yönetimleri dahi başarılı olamayacaktır. Zira “ulus devlet” olgusu artık Türkiye’nin genlerine yazılmış gibidir.

Aslında Terörsüz Türkiye projesini kabul ettiren  MHP Genel Bahçeli’nin “Alevi de bizim, Kürt de bizimdir. Cami de bizim, Cemevi de bizimdir. Biz hep birlikte Türk milletiyiz. Biriz, beraberiz, kardeşiz, çok büyük bir aileyiz. Herkes bizse, biz de kardeşsek dürüst ve sorumlu hareket etmemiz milli namusumuzun gereğidir!” ifadesindeki “Hep birlikte Türk milletiyiz!” sözü, Türkiye’nin geleceğiyle ilgili durumu özetlemektedir. Anlaşılan o ki Bahçeli, Cumhurbaşkanlığı yardımcılarıyla ilgili görüşlerini bir “sesli düşünce” olarak ortaya atmıştır. Muhtemelen bu toplantıda bu görüşün mahzurlarını ortaya koyabilen biri de çıkmamıştır. Merhum Deniz Bölükbaşı olsaydı uygun bir uslupla olası tehlikeleri açıklayabilirdi.

Öte yandan bu görüşün kamuoyu tarafından öğrenilmesi üzerine tartışmaya açılması da çok önemlidir. Zira Türkiye’deki çoğunluğun bu konudaki düşüncesi şekillenecektir. Toplum bilimcileri, strateji-güvenlik politikası uzmanları ve tabii ki siyasi partiler de “tabu” olan bu konudaki düşüncelerini paylaşacaklardır, paylaşmalıdırlar da…

Öte yandan Bahçeli’nin “Hep birlikte Türk milletiyiz!” şeklindeki sözünün işaret ettiği sistem de dikkatle takip edilecektir. Zira 2024 yılı Mayıs ayı sonlarına doğru bile DEM Partisi’nin ısrarla kapatılmasını isterken, bir kaç ay sonra 1 Ekim 2024’te TBMM’nin açılış günü DEM Partililerle tokalaşıp sohbet etmesi, ardından bir kaç gün sonra da “Terörsüz Türkiye” çıkışı, kabul edelim ki bir kaç ay içerisinde tam bir “U Dönüşü” idi. Daha bu dönüş kamuoyunda tam anlamıyla hazmedilememiş iken, yeni bir U dönüşünün daha kolaylıkla hazmedilemeyeceği, sağa-sola lastik gibi sündürülmeye çalışılacağı da hesap edilmelidir.

PKK terör örgütünün tasfiye (Terörsüz Türkiye) süreciyle ilgili sancıların asıl başlangıcı Meclis’teki komisyon toplantılarında ortaya çıkacaktır. Hatta daha komisyon kurulmadan önce başladığı da söylenebilir. Ana muhalefet Partisi CHP’nin şart olarak ileri sürdüğü “Tam demokratikleşme” talebinin DEM Parti tarafından olduğu gibi, “demokratik hukuk devleti” bilincine sahip hiçbir yurttaş tarafından görmezlikten gelinemeyeceği de açıktır.

‘Lübnanlaşma’ Kavramını Köpürten Yakın Siyasi Gelişmeler

PKK’nın Suriye uzantısı PYD/YPG (SDE)’nin bırakın silah brakmayı, Türkiye’nin ve Şara Hükümeti’nin politikaları hilafına “özerklik” beklentisi, İsrail sınırına yakın Suveyda bölgesindeki Dürzilerin İsrail destekli beklentileriyle örtüşmekte, Suriye’de Türkiye ve İsrail politikaları çatışmaktadır.

Bu gelişmelerin yanında ABD’nin Ankara Büyükelçisi Barrack’ın İzmir gezisi sırasında, 1900’lerin başında dedesinin Lübnan’dan “Osmanlı vatandaşı” olarak ABD’ye göç ettiğini ifade ederken, büyüklerinden de esinlenerek Türkiye’deki en iyi yönetim sistemini “Millet sistemi” olarak belirtmiş olması da kolayca köpürtülebilecek bir ifadeydi. Zira millet sistemi, çeşitli milletlerden meydana gelen imparatorluklarda uygulanabilirdi. Türkiye ise Lozan’dan itibaren “ulus devlet” kimliği için büyük çabalar sarf etti.

Türkiye’yi çeşitli kimliklerle sınıflamaya çalışmak, I. Dünya Harbi sırasında Ortadoğu’nun çeşitli anlaşmalarla bölünerek paylaşılmasını, ardından da bölgede nur topu gibi “İsrail” devletinin ortaya çıkışını çağrıştırmaktadır. Benzer hususun, İstiklal Harbi esnasında imzalanan ancak Ankara Hükümeti’nin kabul etmediği Sevr Antlaşmasını çağrıştırıyor olması, kolaylıkla yutulabilecek lokmalar değildir.

Sonuç

“Terörsüz Türkiye” projesiyle Türkiye’nin geleceği “kardeşlik” üzerine inşa edilirken, insanları etnik ve din/mezhep üzerinden biçimlendirmek yerine ortak değerler üzerinden “yurttaşlık” bağlarıyla bir arada tutmaya çalışmak esas alınmalıdır. Alt kimliklerin güçlendirilmesi, milli birlik ve beraberliği esas alan “milli” kimliği aşındırabilmektedir. Aidiyet duygusu mezhep/din veya cemaat şeklindeki gruplaşma yerine ortak değerler üzerine inşa edilmeye çalışılmalıdır.

Federal yapıya sahip Almanya, Fransa, İtalya gibi ülkelere bakılacak olursa ne Lübnan’daki, ne Irak’taki, ne de Bahçeli’nin “sesli düşüncesi”ndeki gibi bir kota olayı yoktur. Hatta İran’da bile mevcut değildir, bu sebepledir ki bir Azerbaycan Türk’ü Cumhurbaşkanı veya ruhani lider olabilmektedir.

Aslında “Lübnanlaşma” kavramı kendi tarihimizi de hatırlatmaktadır. Osmanlı Devleti’nin son döneminde misyonerlik faaliyetleri, “6 Büyük Devletin”, özellikle gayrımüslimleri gözeterek  devlete “ıslahat” için dayatmaları ve ayrılıkçı milletlere silahlı ve siyasi destekleri hatırlanmalıdır.

Bir bakıma “Lübnanlaşma” emperyal ülkeler tarafından nakışla işlenir gibi inşa edilen, geliştirilen ve devamlılığı sağlanmaya çalışılan bir işlemdir. Kendi ülkemizin “Lübnanlaşması” fırsatının emperyal ülkelere altın ve gümüş tepsi ile sunulmasından  sakınılmalıdır.

Her ne kadar dünyanın 20 büyük ekonomik gücü arasında olsa da, bölgesinde önemli bir bölgesel güç ve savunma sistemlerinin ciddi bir kısmını kendisi üreten bir ülke olsa da gene de “yoğurdu üfleyerek” yememizi gerektiren tarihimizdeki acı tecrübeleri hatırlayarak hareket etmeliyiz. Bir başka deyişle; “Bir yanlışı düzeltelim derken daha baskın ve yeni bir yanlışa sebebiyet vermemeye” özen göstermeliyiz.

 

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

YAZARLAR
TÜMÜ

SON HABERLER