Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya

Alaska’dan Washington’a Ukrayna Rusya Savaşı

Cihad İslam YILMAZ – Güvenlik Araştırmaları Merkezi Genel Koordinatörü –

Cihad İslam YILMAZ – Güvenlik Araştırmaları Merkezi Genel Koordinatörü – 19 Ağustos 2025

 

Uluslararası ilişkilerde zirveler, devletler arası güç mücadelesinin ötesinde, siyasi sembolizm ve stratejik mesajlar taşıyan sahnelerdir. Soğuk Savaş boyunca Helsinki (1975) ya da Reykjavik (1986) zirveleri, yalnızca iki süper gücün rekabetini değil, aynı zamanda uluslararası düzenin geleceğini tartışmaya açan dönüm noktalarıydı. Bu yaz ardı ardına yaşanan Alaska ve Washington buluşmaları ise bu geleneğin günümüzde nasıl evrildiğini göstermektedir.

Alaska’da Trump ile Putin arasında gerçekleşen görüşme, ikili diplomasinin klasik örneklerinden biriydi. Bir liderler buluşması, tarafların yalnızca kendi çıkarlarını öncelediği ve üçüncü aktörlerin masada olmadığı bir yapı sundu. Trump, “barış karşılığında toprak tavizleri” söylemiyle bir pragmatizm sergilerken; Putin, Ukrayna’daki kazanımlarını fiili bir realite olarak sunma fırsatı buldu. Bu format, bir bakıma Yalta’dan miras kalan “büyük güçler arasında dünya düzeni kurma” geleneğinin güncellenmiş bir versiyonu gibiydi.

Ne var ki birkaç gün sonra Beyaz Saray’da düzenlenen toplantı, zirve diplomasisinin artık yalnızca iki liderin iradesine bırakılmadığını ortaya koydu. Zelenski’nin yanında yer alan Avrupa Birliği liderleri, müzakerelerde üçüncü tarafların değil, çok taraflı bir koalisyonun belirleyici olabileceğini gösterdi. Almanya, Fransa, İngiltere ve İtalya gibi ülkelerin aynı masa etrafında bulunması, ABD’nin tek başına yürüttüğü diplomasiyi kolektif bir formata dönüştürdü. Bu durum, Atlantik ötesi güvenlik mimarisinin yalnızca Washington–Moskova hattında değil, Brüksel ve Avrupa başkentlerinde de şekillendiğini teyit etti.

Dolayısıyla, Alaska’dan Washington’a uzanan süreç, iki farklı diplomasi paradigmasını karşı karşıya getirdi: Bir yanda liderler arası diplomasinin pragmatizmi, diğer yanda kurumsal çok taraflılığın kolektif güvenlik perspektifi. Bu karşıtlık, 21. yüzyılın barış müzakerelerinin hangi zeminde yürütüleceğine dair kritik ipuçları sunuyor. Eğer yalnızca büyük güçler arasında ikili görüşmelere dayalı bir süreç tercih edilirse, küçük ve orta ölçekli devletlerin güvenlik kaygıları göz ardı edilebilir. Oysa çok taraflı bir çerçeve, barışın yalnızca güçlüler arasında değil, uluslararası toplumun bütün bileşenleri arasında paylaşılmasını sağlar.

Egemenlik, Toprak ve Barış Arasında Gerilim

Uluslararası ilişkilerin en tartışmalı konularından biri, egemenlik hakkı ile barışın tesisi arasındaki gerilimdir. Devletler için toprak bütünlüğü, yalnızca hukuki bir mesele değil, tarihsel hafızanın ve ulusal kimliğin en somut ifadesidir. Bu nedenle egemenlikten ödün vermek, herhangi bir hükümetin ya da liderin kolayca üstlenebileceği bir siyasi risk değildir. Ukrayna bağlamında bu gerçeklik, daha da keskin bir şekilde kendisini göstermektedir.

Putin’in yaklaşımı, işgal ettiği bölgeleri fiili bir kazanım olarak uluslararası topluma kabul ettirme üzerine kuruludur. Bu strateji, klasik “oldu-bitti diplomasisi”nin güncel bir örneğidir. Rusya, Kırım’dan Donbas’a kadar genişleyen işgallerini kalıcılaştırmayı, uluslararası müzakerelerde “başlangıç noktası” olarak masaya koymaktadır. Bu ise uluslararası hukukun temel ilkelerinden olan “sınırların zorla değiştirilmemesi” prensibini açıkça ihlal eder.

Trump’ın önerdiği “toprak karşılığı barış” yaklaşımı, bu fiili durumu kısmen tanıma eğilimi taşımaktadır. Onun pragmatik bakış açısında asıl amaç, savaşın maliyetini düşürmek ve hızlı bir anlaşmayla ABD’nin küresel gündemini rahatlatmaktır. Ancak bu öneri, egemenlik ilkesini ikincilleştirdiği için hem Ukrayna’da hem de Avrupa başkentlerinde ciddi endişeler yaratmaktadır. Zira uluslararası hukuku bir kenara bırakan bir barış formülü, kısa vadede savaşı dindirse bile uzun vadede benzer ihlallere davetiye çıkarabilir.

Zelenski’nin duruşu ise bu gerilimin en net yansımasıdır. Ukrayna Anayasası, toprak bütünlüğünün korunmasını tartışmaya kapalı bir ilke olarak tanımlar. Bu nedenle, herhangi bir toprak tavizi yalnızca siyasi bir geri adım değil, aynı zamanda anayasal düzenin ihlali anlamına gelir. Zelenski, bu çizgiyi koruyarak hem iç kamuoyunun direncini ayakta tutmakta hem de uluslararası toplumda egemenlik ve hukuk vurgusunu hatırlatmaktadır.

Bu üç farklı yaklaşım günümüz barış müzakerelerinin ne kadar çetrefilli olduğunu gösteriyor. Egemenlik ile barış arasındaki bu gerilim, aslında tarihte defalarca karşımıza çıkmıştır. 1938’de Münih Anlaşması’nda “barış için taviz” anlayışı kısa vadeli bir rahatlama sağlarken, uzun vadede çok daha yıkıcı bir savaşa yol açmıştı. Bugün de benzer bir hatanın tekrarlanmaması, diplomasi masasında alınacak kararların tarihsel sorumluluğunu artırmaktadır.

Transatlantik Güvenlik Krizi

Ukrayna Savaşı, yalnızca Doğu Avrupa’nın değil, tüm transatlantik ittifakın geleceğini derinden sarsmıştır. ABD ile Avrupa arasındaki ilişkiler, Soğuk Savaş boyunca NATO’nun kolektif güvenlik ilkesi üzerine inşa edilmişti. Washington’un askeri gücü ile Avrupa’nın siyasi ve ekonomik desteği, Batı dünyasının güvenlik mimarisinin iki temel sütununu oluşturuyordu. Ancak Ukrayna-Rusya savaşında yaşanan gelişmeler, bu sütunlar arasındaki dengenin kırılgan hale geldiğini açıkça göstermiştir.

Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, Rusya’ya taviz verilmesinin yeni işgallerin önünü açacağını vurgulayarak, barışın bu türden bir zeminde inşa edilemeyeceğini söyledi. Almanya ve İngiltere ise daha temkinli ama aynı derecede kararlı bir tutum sergileyerek, transatlantik dayanışmanın esnetilmemesi gerektiğini dile getirdi.

Beyaz Saray’daki zirveye çok sayıda Avrupa liderinin Zelenski ile birlikte katılması, bu endişelerin somut bir yansımasıydı. Avrupa, ABD’nin tek başına yürüteceği bir diplomasiye güven duymadığını, bu nedenle sürece doğrudan dahil olma ihtiyacı hissettiğini ortaya koydu. Böylece Ukrayna meselesi, sadece Washington–Moskova hattında bir güç mücadelesi değil; transatlantik güvenlik mimarisinin sürdürülebilirliği için bir test haline geldi.

Bu kriz, aslında yeni bir soru da gündeme getiriyor: Atlantik ötesi ilişkiler, hâlâ kolektif güvenliğin “ortak değerler” temelinde mi işliyor, yoksa artık daha çok “çıkarların pragmatik uzlaşısı” üzerine mi kuruluyor? Trump’ın yaklaşımı, daha çok ikincisini işaret ederken; Avrupa liderleri için savaşın anlamı, yalnızca Ukrayna’nın bağımsızlığını savunmak değil, aynı zamanda uluslararası hukuk ve egemenlik ilkelerini korumaktır. Bu noktada taraflar arasında ciddi bir stratejik boşluk oluşmaktadır.

Ancak kriz, aynı zamanda bir fırsat da doğurabilir. Avrupa’nın güvenlik konusunda daha fazla sorumluluk üstlenmesi, uzun süredir tartışılan “stratejik özerklik” fikrine ivme kazandırabilir. NATO’nun kapasitesini tamamlayıcı nitelikte, Avrupa merkezli girişimler, transatlantik ilişkilerde yeni bir denge yaratabilir. ABD ile AB arasında güven açığının kapatılması için ise, yalnızca askeri iş birliği değil; siyasi, diplomatik ve ekonomik düzeyde de ortak vizyonun yeniden inşa edilmesi gerekmektedir.

Üçlü Zirve İhtimali: Putin–Zelenski–Trump

Alaska’da gerçekleşen Trump–Putin görüşmesi ile Beyaz Saray’da Zelenski ve Avrupa liderleriyle düzenlenen toplantı, diplomasinin iki farklı yüzünü ortaya koydu. Ancak uluslararası kamuoyunun en çok merak ettiği ihtimal, bu iki hattın birleşerek bir Putin–Zelenski–Trump üçlü zirvesine evrilip evrilmeyeceğidir. Böyle bir buluşma, yalnızca Ukrayna Savaşı’nın değil, tüm küresel güvenlik mimarisinin geleceğini şekillendirebilecek bir dönüm noktası olabilir.

Kendisini “arabulucu” olarak konumlandırmak isteyen Trump, hızlı bir anlaşmayı siyasi bir zafer olarak sunmak isteyecektir. Ancak önerdiği “toprak karşılığı barış” formülü, Zelenski ve Avrupa başkentlerinde kabul görmemektedir. Dolayısıyla, Trump’ın inisiyatifi bir yandan süreç için katalizör olabilirken, diğer yandan da müzakere zemininin çökmesine yol açabilir.

Üçlü zirvenin gerçekçi bir şekilde gerçekleşebilmesi için, bazı ön koşulların yerine getirilmesi gerekir. Bunların başında güvenli ve tarafsız bir müzakere ortamı gelmektedir. Bu tür bir zirve, yalnızca Washington ya da Moskova’da değil; tarafsızlığıyla öne çıkan bir Avrupa başkentinde veya Birleşmiş Milletler gözetiminde düzenlenebilir. Ayrıca, garantör devletlerin veya kurumların (örneğin Almanya, Türkiye, NATO veya BM) sürece dâhil edilmesi, anlaşmaya uluslararası meşruiyet kazandırabilir.

Olası gündem maddeleri ise oldukça hassastır: işgal altındaki bölgelerin statüsü, güvenlik garantileri, olası bir barış gücünün yerleştirilmesi ve Ukrayna’nın gelecekteki güvenlik mimarisi. Burada toprak takası ve ilhak meselesi en kritik tartışma başlığı olacaktır. Eğer masada yalnızca güç dengesi esas alınırsa, ortaya çıkacak sonuç kısa vadeli bir “donmuş çatışma” olabilir. Ancak uluslararası hukuk ve çok taraflı garantiler sürece dâhil edilirse, kalıcı bir barış ihtimali doğabilir.