Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Avatar photo
Rabia Yavuz

İçimizdeki Patron: Başarı – Rabia Yavuz

Rabia YAVUZ – 08 Eylül 2025

 

Bir ofis hayal edin. Sabah sekizde masasına oturmuş genç bir kadın önündeki bilgisayarın ekranında bir şeyler yapıyor yorgun gözlerle. Belki de mesai daha başlamadan, günün e-postalarını gözden geçirmeye çalışıyor. Yan masada oturan orta yaşlı adam, şirket raporlarını yetiştirmek için telefona notlar alıyor. Kimi zaman bilgisayar ekranının yansımasında yüzünü görüyoruz. Omuzlar düşük, bakışları gergin, odak kayıp. Herkes çalışıyor, ama kimse aslında orada değil gibi. Hepimiz, görünmez bir yarışın içinde nefes nefese kalmış gibiyiz.

Çalışmanın verdiği yorgunluktan şikâyet edildiği olur, hep oldu. Mesela, tarım toplumunda güneşin altında yorulan bedenlerdi; sanayi toplumunda fabrika çarkları arasında tükenen kaslardı. Oysa modern çağda artık yorgunluk başka bir biçim aldı: görünmez, daha sinsi, bedenden çok zihni tüketen bir yorgunluk. Byung-Chul Han’ın deyimiyle bir “Yorgunluk Toplumu” içinde yaşıyoruz. Bu toplumun üyeleri, dışarıdan bir baskı görmedikleri halde kendi içlerinde tükeniyor gibi görünüyor. Konforlu işlere ulaşıyoruz ama bir süre sonra tükendiğimiz için yakınıyoruz. Çünkü artık bizi yıpratan şey dış baskılar değil, kendi içimizdeki sürekli daha iyi olma zorunluluğu. Dışarıdan bir patron değil, içerideki görünmez bir ‘iç patron’ bize durmadan daha çok çalış diyor.

Stresin Yeni Yüzü

Dikkat çekici teknolojik ve ekonomik gelişmelerin yaşandığı bir çağda yaşıyor olmamıza rağmen, çalışanlar olarak stres, yabancılaşma ve ruh sağlığının bozulması gibi önemli zorluklarla karşı karşıya kalıyoruz. Gallup’un 2024 Küresel İş Yeri raporuna göre çalışanların yüzde 41’inin günlük olarak yüksek düzeyde stres yaşadığını verisi düşündürücü. Modern teknolojilerin ürettiği konfora rağmen işin doğası kolaylaşmadı, aksine görünmez biçimde ağırlaştı. Bu stresin sebebi çoğu zaman patronun sert bakışı ya da yöneticinin bitmeyen emirleri değil. Tam tersine, çoğu insan kendi kendisinin eleştirmeni oldu. Bilgisayarını mesai bitiminde kapatamayan, hafta sonu bile e-postalarını kontrol eden milyonlarca insan var. Yorgunlukları bedensel değil, zihinsel olarak onları çökertecek kadar yoğun.

Bu yeni yorgunluğun özelliği, bitmiyor olmasıdır. Fiziksel emek bir noktada durur; bedenin gücü bittiğinde iş de sona erer. Ama zihinsel yorgunlukta sınır belirsizdir. Çalışan, “daha çok öğrenebilirim, daha çok üretebilirim, daha iyi bir çalışan olabilirim” düşüncesiyle kendini tüketir. Bu, dışarıdan bakıldığında özgürlük gibi görünür zira görünürde kimse sizi zorlamıyordur. Oysa bu gönüllü çalışma, insanı köleleştirmenin en etkili biçimidir. Çünkü köleliğin en sofistike hali kişinin kendi kendisine zincir takmasıdır.

Modern insanın trajedisi çoğu zaman başarıya duyduğu aşırı tutkuda yatar. Başarı, başkalarının gözünde değerli görünmenin aracı haline gelmiştir. Ofiste gece geç saatlere kadar kalan genç çalışanın asıl isteği, patronunun ya da ekibinin gözünde vazgeçilmez olmaktır. Onu yönlendiren, içten gelen bir ilham değil, görünürlük arzusu, fark edilme iştahıdır. Bu iştah ise asla doymak bilmez. Çünkü her fark edilişin ertesi günü, daha fazlası istenir.

İşin Hayatı Yutması

Bir an için akşamüstü bilgisayar ekranına bakan bir çalışanı hayal edin. Mesaisi bitmiş, arkadaşları çoktan evlerine dönmüş. Ama o hâlâ dosyaları tarıyor, e-postaları yanıtlıyor, raporları düzenliyor. Belki de kimse ondan bunu istemiyor. Ama içindeki o görünmez ses, “Şu işi de yapmazsan yetersiz görüneceksin” diyor. Ertesi gün aynı çalışan, hafta sonu evinde ailesiyle oturduğu kahvaltı masasını bırakıp telefona yöneliyor. Çünkü bir e-posta gelmiş olabilir. Bu örnek yalnızca bireysel tercihlerle ilgili değil, bir çağın ruh halinin yansımalarından biridir.

Yorgunluk toplumunda insanlar artık ne zaman çalıştıklarını ve ne zaman çalışmadıklarını ayırt edemez hâle geliyor. Mesai kavramı eriyor, tatil anlamını yitiriyor. Tatilde bile aklı işte kalan, sahildeyken bile “şirketten ararlarsa” diye telefonunu kapatmayan birçok insan var. Bu sadece iş-yaşam dengesinin bozulması değil, yaşamın bizzat iş tarafından sömürülüyor olmasıdır. Bir zamanlar iş, yaşamın bir parçasıydı. Bugün ise yaşam, işin aralarına sıkıştırılmış küçük molalara dönüştü.

Peki bu yorgunluğun kökeninde ne var? Bir yanıyla kapitalizmin sürekli üretme ve daha fazlasını isteme kültürü var. Ama daha derininde, bireyin kendi değerini kapitalizmin ülküleştirdiği “başarı” üzerinden tanımlaması yatıyor. İnsan artık yalnızca bir varlık değil, sürekli geliştirilmesi gereken bir proje gibi görülüyor. Özgeçmiş, LinkedIn profili, sosyal medya paylaşımları ile var olan bir ürüne dönüşüyoruz. Bu ürün durmadan “güncellenmek” zorunda. Bir yazılım gibi, her versiyonu bir öncekinden daha iyi olmalı. Ama işte bu bitmeyen güncellenme arzusu, kişiyi de kişiliği de tüketiyor.

Bu yorgunluğu anlamanın yolu başarı aşkını anlamaktan da geçiyor olabilir. Çünkü aşk gibi iş de, bir anlam arayışıdır. İnsan sevildiğini hissetmek için nasıl çabalar ve yorulursa, değerli olduğunu hissetmek için de işte sürekli daha fazla çaba sergiler. Ama aşkın tatmini gibi işin tatmini de sürekli ertelenir. Hep bir sonraki başarı, bir sonraki proje, bir sonraki terfi beklenir. Hiçbir başarı, içimizdeki boşluğu uzun süre dolduramaz.

Kendine Sorma Zamanı

Bu noktada şu soruyu sormak yararlı olabilir: Şu an yaptığım şey, gerçekten gerekli mi yoksa sadece kendimi ispatlama çabası mı?”

Bu soru, modern çağın görünmez zincirlerini kırmanın anahtarlarından biri olabilir. Çünkü çoğu kez yaptığımız işlerin yarısı, sadece başkalarının gözünde daha değerli görünme isteğinden doğar. Eğer bu işleri elediğimizde geriye kalanlarla da değerli hissedebiliyorsak, işte o zaman gerçek özgürlüğe bir parça daha yaklaşmış oluruz.

Tam bu noktada yanıtlanmaya muhtaç bir soru çıkabilir karşımıza. Çalışmak, üretmek, kendini geliştirmek kötü bir şey mi? Elbette, üretmek insana anlam katar. Sorun, bu çabaların sınırının belirsizleşmesinde. “Daha iyi olmalıyım” düşüncesi bir motivasyon kaynağıdır; ama sınır aşıldığında kişinin varlığını tehdit eden bir baskıya dönüşür. Tıpkı suyun hayat verici olduğu kadar boğucu da olabilmesi gibi. Doz ise her şeydir.

Bu görünmez hastalığın tedavisi, işten kaçmak ya da üretmekten vazgeçmek değil. Daha çok, üretimle yaşam arasına sağlıklı sınırlar çizebilmek. Mesai bitince bilgisayar ekranını kapatabilmek, hafta sonu e-postaları zamanı gelene kadar ertelemek, dinlenme vakitlerinde gerçekten dinlenebilmek. Bu küçük ama cesur adımlar, insanın içindeki görünmez patronla müzakere etmenin yollarıdır. Belki de en önemlisi, değerimizi performansla değil, varlığımızla ölçmeyi öğrenmektir.

Değerin Gerçek Kaynağı

İşin en ironik yanı ise şu: Çalışarak daha değerli olmayı uman modern insan, aslında kendini değerli hissetmediği için durmadan çalışıyor. Kendi değerini sorgulamadan, dışarıdan gelen onayla yaşamaya çalışıyor. Oysa değer, başkalarının bakışında değil, kendi içimizde mevcut.

Sonuçta yorgunluk toplumunun gerçek sorunu, çok çalışmak değil; çalışmayı bir varoluş ya da değer meselesi haline dönüştürmek. Kendini kanıtlama çabasıyla geçen ömür, aslında kanıtlamaya çalıştığı şeyi hiç sorgulamıyor: “Ben zaten değerli değil miyim?” İşte bu soruyu sormak, modern çağın görünmez hastalığından iyileşmemize yardımcı olabilir.

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

YAZARLAR
TÜMÜ

SON HABERLER