Rabia YAVUZ – 10 Mayıs 2025
Modern çağı sanayileşme ve emeğin sistematik olarak sömürülmesinden ayırmak güçtür. İnsanı besleyebilecek en önemli kaynaklardan biri olan emek günümüzde iş hayatına evrilmiş durumda. Neoliberal kapitalist politikaların cenderesinde emek iş gücüne dönüştü. İş gücünün güçlükleri ise insan ruhunu devamlı örselemekte. Böyle bir sistemde kırılmak ise neredeyse kaçınılmaz. Ancak kırılmakla parçalanmak hatta parçalı kalmak arasında farklar vardır.
Yaşadığımız hatta yaşayamadığımız hayatlar bizi çeşitli biçimlerde yaralayabilir ama bu yaraların ardından iyileşme kabiliyeti, psikoloji terimleriyle söylersek, psikolojik esneklik insan ruhunun sessiz ve güçlü bir yanıtına dönüşebilir. Japonların “Kintsugi” sanatı, kırılmış seramiklerin altınla onarılmasını öğretir. Bu yaklaşımda kusurlar gizlenmez; tam tersine, onlara altınla değer katılır. İnsan ruhu da böyledir: En kırılgan yerlerimiz aynı zamanda en güçlü yanlarımız hâline gelebilir.
Yaşamın zorluklarına karşı gösterdiğimiz ilk tepki genellikle dirençtir, kimi zaman da anlık tepkilerdir. Oysa bazen en sağlam duruş, bizim olmayan o savaşa girmeyi bile isteye reddederek sağlanabilir. Bu duruş aynı zamanda hislerimize yer açmayı ve onları nazikçe karşılamayı mümkün kılar. Psikolojik esneklik, sürekli savaşmak değil; hissettiklerimizi fark ederek onlarla birlikte yaşayabilmektir. Sorumlu olmadığımız alanları değil, kendi alanımızda insan kalarak tutumlarımızı yönetmek çoğu zaman şifa için gerekli zemini sağlar. “Şu an iyi hissetmiyorum ve bu çok insanî” diyebilmek, iyileşmenin başladığı yer olabilir.
İş Hayatının Görünmez Yaraları
Modern çalışma hayatı, bireyin kişisel değerleriyle neoliberal sistemin beklentileri arasında sıkıştığı bir alandır. Artık stres, sadece fiziksel yorgunluktan değil; varoluşsal bir yetersizlik hissinden doğuyor. Yeterince üretken, yeterince hızlı, yeterince ‘iyi’ olmadığımızı düşünmek ruhumuzu sessizce kemiriyor. Birçok çalışan artık “çok çalışıyorum” diye değil, “yeterince iyi değilim” diye tükeniyor. Oysa insan, yalnızca bir üretim aracı değil; bağ kurmaya, anlam bulmaya, anlamda dinlenmeye ve keyif almaya ihtiyaç duyan bir varlıktır.
Tükenmişlik, çoğu zaman aşırı çalışmanın değil, anlamsız çabanın sonucudur. Modern insan çabalıyor ama neye hizmet ettiğini unutarak. Bu noktada durmak ve sormak gerekiyor: Bu iş bana ne katıyor, benden ne alıyor? Bu işe kendimden neler katıyorum? Emek vermek istediğim şeyler bunlar mı? Bu sorularla yüzleşmek, içsel hizalanmanın ilk adımıdır. Derin sorgulamalar olmadan küçük molalar yeterli gelmez. Zihinsel iyileşme, dürüstçe sorduğumuz sorularla başlar.
İçimizdeki Eleştirmenle Barışmak
Toksik çalışma ortamlarında ilk kaybedilen şey, bireyin kendine olan inancı ve saygısıdır. Dış sesler iç seslere dönüşerek içselleştirilir. Kişi, kendi zihninde sürekli olarak yetersizlik hissini besleyen düşüncelerle boğuşur. Bu yüzden içsel sınırlar çizmek bir lüks değil, hayati bir ihtiyaçtır. Bize söylenen her şey doğru değildir ve hepsini ciddiye almak zorunda da değiliz. İnsanı insan yapan şey işitmek ve en iyi ve güzel olanı seçebilmektir. Filtresiz kabul ettiğimiz her eleştiri, iç dünyamızda yankılanır ve ruhumuzu yaralar. Esneklik, dış dünyanın gürültüsüne karşı içsel bir sığınak inşa etmektir.
Bu nedenle sınır çizmeyi öğrenmek bencillik değildir; kendine sadakat göstermenin zarif bir yoludur. Sınırlar ya da eski dille söylersek hadler her aşıldığında ruh yaralanır. Kimi zaman hayır demek en büyük ve ilk duruş alanıdır. Kimi zaman kendi sınırlarımıza sessizce çekilmek mağduru olduğumuz sınır aşımlarına bizleri de düşmekten koruyacak olandır. Sınırların olmadığı ya da sürekli aşıldığı durumlarda doğru ile yanlış, iyi ile kötü, faydalı olan ile zararlı olan birbirine karışmaya başlar. Sınırlar bulanıklaştığında bir dış gözden, hatta iyi bir uzman dış gözünden profesyonel destek almak da kendi özümüze sadakatin bir göstergesidir.
Sevdiğimiz işlerde bile tükenebiliriz; çünkü yüreğimizi koymuşuzdur. Ama o yüreği koruyacak bir zihne de ihtiyacımız vardır. Kırılganlığımız bizi daha az değerli yapmaz; bilakis daha insanî yapar. Kırıldığımız yerler bize hem sınırlarımızı hatırlatır, hem de kendimizi iyileştirme becerimizi canlı tutar.
İyileşme, İçsel Müttefiki Yeniden Bulmakla Başlar
İç dünyamızda bir müttefik aramalıyız, bir düşman değil. Özellikle de zor zamanlarda. Yara aldığımız vakitlerde kendimizi acımasızca eleştirmek yere düşen birini bir de bizim tekmelememizden farklı değildir. Yere düşen, düştüğü yerde kalmalıdır. Doğru destek kırık ayakla on kişiyi koşturmaya devam etmek değildir. Yarasını iyileşene kadar onunla ilgilenmektir. Bu yüzden kendimize karşı şefkatli olmak, iyileşmenin ön koşuludur. Dünya zaten bizi yeterince zorlayacak; dünya hayatı aşılacak yollardan ibarettir. Bir de biz kendimize yük olmamalıyız bu yolculukta. Öz şefkat, kusurları bastırmak değil; onlara güzel bir bakım vermeyi denemektir. Kendimize şu soruyu sık sık sormak iyi bir başlangıç olabilir: “Bugün ruhumu ne besleyecek?” Çünkü ruh da beden gibi beslenmeye, bakıma ve ilgiye muhtaçtır.
Kültürlerin ve Zihinlerin Dayanıklılık Tanımı
Stoacılar, en güçlü ağacın en sert rüzgârların olduğu yerde yetiştiğini söylerdi. Bu söz, direnişin değil; köklenmenin metaforudur. 13. yüzyıldan şair Hafız “Bu acı da geçecek” derken, Camus “Derin kışın ortasında, içimde yenilmez bir yaz olduğunu öğrendim” demiştir. Her biri, psikolojik esnekliğin coğrafyadan ve çağdan bağımsız, insanın özüne ait bir değer olduğunu vurgular.
Bir insanın esnekliği nasıl şartlar ve koşullar değiştiğinde onun da köklerine dönerek, değer dünyasında köklenerek sağlam kalmasını sağlıyorsa bir kurum için de aynısı geçerlidir. Birçok insanın bir araya gelerek adete başka bir canlı oluşturduğu gibi kurumlar da canlıdır görünüşlerinin aksine. Bir kurumun sağlamlığı ise çalışanlarının duygusal sağlığı kadar güçlüdür. Samimiyet, adalet ve şeffaflık kültürü, kurumları daha sürdürülebilir ve insan odaklı yapar. Pandemi süreci bize öğretti ki, kontrol bir yanılsamadır. Ancak belirsizlikle birlikte yaşayabilme becerisi, bireyin ve kurumların en değerli sermayesidir. Bu yüzden sağlamlık, sadece bireysel değil, aynı zamanda kurumsal bir meziyettir.
Psikolojik esnekliği artırmak için büyük devrimlere değil, istikrarlı bir duruşa ihtiyacımız vardır. Sağlamlığı artırmak için büyük hamleler gerekmez. Bazen küçük ritüeller yeterlidir: Sabah kendinize ayırdığınız beş dakikalık bir sessizlik, sevdiğiniz bir nesneye dokunmak, bir fincan çayı sakince içmek gibi sizi dünyanın hengamesinden çıkarak her küçük eylem değerlidir. Üstelik hiç durmamızı söyleyen bu sistem için de durmak, durup düşünmek en sahici duruş olabilir. Durup düşünme anları içsel şarj noktalarıdır. Ruhunuzun sesini duymak için bir alan açmayı denemektir. Acele etmeden. Bir çiçek gibi kendinize doğru ışığı ve doğru toprağı sunmaktır acele etmemek, aceleye getirmemek. Büyüme zorla değil; ilgi, emek ve sabırla olur.
Psikolojik esneklik, dimdik ayakta kalmak değil; bazen nazikçe köklerine eğilerek değerlerini kucaklamayı bilmektir. Bazen en büyük güç, “bugün bu kadar yapabiliyorum” diyerek kendine izin vermektir. En sonunda, gerçek özgürlük mükemmel olmakta değil, sahici olabilmekte keşfedilecektir. Sahicilik, tıpkı Kintsugi’deki altın çatlaklar gibi bizi benzersiz ve güzel kılar. Çünkü hiçbir yara, bizi eksiltmez; emek verildiğinde bizi bütünler. Gerçek bir insan olarak. Kapitalizmin bir üreticisi ya da tüketicisi olarak değil.
YORUMLAR