Fatih ÜNLÜ – 02 Aralık 2025
Bugünkü yazımızın başlığı Kemal Sunal’ın başrolünü oynadığı Sahte Kabadayı filminden bir replik.
Benim de yaptığım gibi birçok kez sıkılmadan izlenebilecek bu komedi filminin unutulmaz karakterlerinden birisi de Dikiş Tutmaz Sabri’dir, nam-ı diğer Dikişsiz Sabri (Hasan Ceylan).
Bugün Dikişsiz Sabri ile ilgili esprili bir dille yazacaklarımız filmi izlemeyenler için bir anlam ifade etmeyebilir ama izleyenler için sanırım çok güzel bir yâd olacaktır. Ayrıca bu yazıyla önce esprili bir bölümden sonra konuyu zorlamadan, tabii bir biçimde hayati bir noktaya bağlama denemesi bizce sanki çok güzel oldu ama yine de ilk bölümdeki dili ilk başta yadırgayan kardeşlerimiz de çıkacaktır, kusura bakmasınlar.
Yeniden filme dönecek olursak, Dikişsiz Sabri abimiz çok enteresan bir kabadayıdır. Nasırını tedavi etmeye çalışan Zühtü’nün “Koskoca Dayısın be patron, biraz dayan”. “Kabahat senin, yakıyı çıkarıp atma, e tabii biraz bağırtacak.” şeklindeki çıkışlarına hoşgörü gösterecek olgunluktadır. Ama diğer yandan da “Bana bak Zühtü, bu nasır davasından kimseye laf edecek olursan dikişini çift atarım, haberin olsun.” “Koftinin biri nasırımıza basarsa dayılığımızı madara eder, bu dalgayı senden başka bilen yok.” diyecek kadar da tedbirlidir.
Sonra Dikişsiz Sabri abimiz biraz önceki ağrılarını ve acizliğini unutup ne yazık ki biraz kibre meyleder. Ve gür bir ses ve ağır ifadelerle etrafa caka satar: “Dinleyin ulan de..ler. İstanbul’da en büyük benim, baba takımının da haracını kestik. Bize posta koyacak kimse kalmadı. Benim attığım dikişi kimse sökemez, o kadar.”
Fakat Dikişsiz Sabri’nin bu cakası çok uzun sürmez ve biraz sonra Muhtar’ın provokasyonuyla mekana gelen Baba’nın Oğlu Kemal’in (Kemal Sunal) fark etmeden nasırına basmasıyla acılar içerisinde bayılır ve kabadayılık forsu da yerle bir olur.
Ama hakkını vermek lazım, filmde birçok sahnede yer alan Sabri abimiz berrak olmayan anlatımları ve kalleş işleri sevmez, falsolu konuşan hilekâr Muhtarı da yanından def eder.
Sonra depoda o kadar kişinin arasına tek başına dalan Kemal’in yiğitliğini takdir edecek kadar da kadirşinastır. Kemal’in purosunu ortasından vuracak yetenekte keskin bir nişancı olan Sabri abimiz Kemal karşısında bu kez de bertaraf olmaktan kurtulamaz. Çünkü Kemal’in dayanacak bir şey sanıp duvardaki kolu çekmesiyle ayağına büyük bir demir düşmüş ve bu sefer de nasırının yanında ayağının acısıyla da kıvranmaya başlamıştır. Ne kadar acılı da olsa Sabri abimiz arada çok hikmetli bir söz söylemeyi de ihmal etmez:
Kemal’in “Lafı karıştırma da malları ver bakim” cümlesine “Nasırımı mahvettin, malları düşünen kim?” diye karşılık verir.
Evet, “Malları düşünen kim?” gerçekten de ibretli bir yanıttır.
Filmin yönetmeni Natuk Baytan, senaristi Suavi Sualp ve bu rolü oynayan Hasan Ceylan hakikaten tebrik edilecek bir iş yapmışlar. Dikişsiz Sabri ağabeyimizin filmde çizdiği portre ve sözleri gerçekten çok çarpıcıdır. Kendisine birçok mahfilin yanı sıra Ekşi Sözlükte de altı sayfada türlü övgüler dizilmesi boşuna değildir. Bizim tanımlamalarımızdaki “Sabri Abimiz” tabiri de hem Abdullah Bera kardeşimizin yazılarından hem de o sayfalardan mülhemdir. Netice olarak, kalleşliğe asla prim vermeyen Sabri abimizin karizmasını herkes kabul eder.
Filmin sonuna doğru Kemal’e atılan bir kurşunun kendisine isabet etmesiyle vefat eden Dikiş Tutmaz Sabri’nin ilginç tabirlerinden kendimize göre birçok mesaj da çıkarabiliriz: Mesela “Malları düşünemeyecek hâle düşmezden önce vaziyet alın.” bunlardan birisidir.
Dünyayı Düşünen Kim?
İşin esprisi bir yana, Dikiş Tutmaz Sabri’nin “Malları düşünen kim?” sorusu çok önemli açılımlara vesile olabilecek derinlikte bir cümledir. Ben de buradan sözü bizim bu dünyada veya ötesinde yaşayabileceğimiz anlara getirmek istiyorum. Diyelim ölümle karşılaştığımızda veya ötesine geçtiğimizde biz de “Bizim canımız gitmiş, malları düşünen kim?” diyeceğiz Allahualem. Düşünsek te bir tesiri olmaz zaten de “Dünyayı düşünen kim? Şimdi hepsi bir hayal oldu.”
Evet, insanın canının yongası, canının bir parçası gibi değer verdiği malını, mülkünü, kârını ve zararını düşünemeyeceği anlar muhakkak gelecektir. Böylesi hâller bazen bu dünyada da görülür ama daha çok ötesinde yaşanacaktır…
Bunları yazarken aklıma T. S. Eliot’un Çorak Ülke – IV. Suda Ölüm Şiiri geldi. Bilenlerimiz vardır, bu şiirin ilk kısmı şöyledir:
Phlebas the Phoenician, a fortnight dead,
Forgot the cry of gulls, and the deep sea swell
And the profit and loss.
Fenikeli Flebas, ondört gün oldu öleli
Unuttu martıların çığlığını ve derin deniz dalgalarını
Ve kârı ve zararı…
Muhtemelen deniz seyahatinde bir tacir olan Phlebas denizde kapıldığı anaforda gençliğinin ve yaşlılığının evrelerinden geçtikten sonra dünyadan belki en son gördüğü şey olan martıları da, dalgaları da, hesap defterlerini de kârı ve zararı da, her şeyi unutmuştur.
Ölüm bir yokluk olmadığı için bu tür bir unutmalar da sonludur hiç şüphesiz. Çünkü daha sonra Hesap Gününde ömür defterleri açıldığı zaman, bu dünyada yaşanılan her şey, bizim çoktan unuttuğumuz birçok an tüm detaylarıyla yeniden hatırlanacaktır.
“Ahiret Şuuru” olan herkes o zorlu anların kaygısını bu dünyada da çeker. O günlerde insanın yüzünü aydınlatacak eşsiz bir hazırlık ta emanet olan bu dünya servetini vakit varken Allah için hayır ve iyiliklerde harcayabilmektir.
Bu işin bir yönü. Bir de Yunus Emre gibi Allah âşıkları vardır ki onlar o günlere varmazdan önce meseleyi bu dünyadayken halletmişlerdir.
Canlar canını buldum
Bu canım yağma olsun
Ass-ı ziyandan (kârdan zarardan) geçtim
Dükkânım yağma olsun.
Canlar canını bulan kimse değil maldan mülkten, aziz candan bile hemen vazgeçebilir. Bu hâli en veciz şekilde ifade eden Yunus Emre’nin hâli şüphesiz apayrı bir şuur seviyesidir. Yunus gibi Allah âşıklarının hocaları, müderrisleri de hiç şüphesiz “Sen bana dargın değilsen” sözlerinin sahibi Peygamber Efendimiz aleyhisselamdır ve diğer bütün Peygamberlerimizdir (aleyhümüsselam – hepsine ayrı ayrı selam olsun).
Peygamberimiz aleyhisselam Taif’te taşlanırken bile Rabbimize niyazla “Sen bana dargın değilsen, başıma gelen bu eziyet ve işkencelere aldırış etmem ben.” diyebilmişti. Hz. İbrahim aleyhisselam ateşe atılırken “Rabbim bana yeter, O ne güzel Vekil’dir”, Hz. Musa aleyhisselam da Kızıldeniz’de Firavun ordusu onları yakalamak üzereyken “Rabbim bana bir yol gösterecektir.” diyebilmişti.
Onlar her an Rablerinin Huzurunda olduklarının bilincindeydiler. Bu büyük insanların hayatlarında bu dünya ve öte dünya ayrımı çok siliktir, bazen yok gibidir. Sanki onlar ebedi bir hayatın bu dünyaya bakan yönünü yaşıyor gibidirler. Merhum Sezai Karakoç Ağabeyin dediği gibi:
“Zaten sanma ki öte dünya, bu dünyadan bıçak kesimi ayrıdır. Bu dünyadasın ve her an öte dünyadasın da. Yaptığın her fiil, şimşek hızıyla hedefine varmakta ve mutlaktaki karşılığını bulmaktadır.”
O büyük insanlar Ahireti ve orada olacakları bu dünyanın bir parçası haline getirebilmişlerdir. Bir gün Peygamber efendimiz aleyhisselam Hz. Ayşe’ye (r.anha) kurban etinden ne kadar kaldığını sorar. Hz. Ayşe annemiz de “Bir kürek kemiği dışında hepsini dağıttım.” deyince “Desene o kürek kemiği dışında hepsi bizim oldu (ya Aişe!)” buyurur. (Tirmizî, Kıyâme, 33)
“Aşk İledir Mustafa” başlıklı yazımızda “Nizam-ı Alem” konusuna da kısaca değinmiş ve âlemin güzel bir nizama kavuşmasının da aşk ile olacağını ifade etmeye çalışmıştık. Evet, bu dünyayı güzel bir nizama kavuşturacak olanlar dünya kaygısından kurtulmuş ve bu dünyayı ve ötesini Allah için aşkla yaşayanlardır.
En azından Müminler için şu hüküm verilebilir: İnsanın Ahiret şuuru güçlendikçe onun bu dünyadaki tesiri de artar. Peygamber Efendimiz aleyhisselam ve arkadaşlarının tarihte görülmemiş bir hızla dünyayı değiştirebilmelerinin ardındaki güç te imanlarındaki kemalatla bu dünya hayatını Ahireti görüp gelmiş gibi yaşamalarıdır.
Allah bize de nasip eylesin. Biz bidayette aciziz, bizi hayra refik ve yoldaş eylesin. Şüphesiz ulaşılan bütün iyilikler kullara tüm vesilelerin ötesinde asıl Allah’ın ikramıyla gelir.
Allah’a emanet olun.

YORUMLAR