Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
rabia yavuz logo
Rabia Yavuz

Şefkatin Unutulduğu Çağda Genç Olmak – Rabia Yavuz

Rabia YAVUZ – 23 Temmuz 2025

 

22 Temmuz Salı günü, liseli gençlerle küçük bir buluşma gerçekleştirdik. Sınıflarını ve yaşlarını söylediler; 10, 11 ve 12. sınıflar. Onları can kulağıyla ve merakla dinledim. Konuştuklarından çok, bazen susarak söyledikleri üzerinde düşündüm. Sorularıma verdikleri yanıtlar arasında sıkça tekrar eden bir kelime vardı: Bilmiyorum.

Bu bilmeme hali, çoğu yetişkinin kaygıyla örtmeye çalıştığı, yüzleşmemek için laf kalabalığıyla gizlediği bir durumken; onların bu cümleyi açık yüreklilikle kurmaları, beni hayran bıraktı. Henüz bilmiyor oldukları ne çok şey vardı ve ne güzeldi, bunu saklamaya çalışmamaları.

Yetişkinliğe ermiş bizler bile, hâlâ hayatta neler olup bittiğine dair kesin cevaplara sahip değilken; gençlerin ne hissettiklerini, neye özlem duyduklarını, kendilerini nasıl ifade ettiklerini izlemek, benim için neredeyse sarsıcı bir deneyim oldu. Üstelik çok farklıydı yetişkinlerle sohbet etmekten. Sürekli telefonlardan gelen bildirimlerin susmadığı bir atmosferde bağ kurmak hiç kolay değildi. Eminim, birçok yetişkin de gençlerle konuşurken hatta konuşmaya çalışırken bu zorlayıcı deneyimi yaşıyordur.

Onlar hazırcevaplıkla konuşuyor, çekinmeden söz alıyor, ilgilerini çeken bir konu olduğunda parlayan gözlerle nasıl da dinliyorlardı. İçlerinden bazıları, ailelerinden mutlulukla söz etti. Bazıları eğitim sisteminin yetersizliğinden dem vurdu. Bazıları arkadaşlarıyla yaşadıklarını paylaştı. Bazıları ise sadece dinledi. Ama dikkat ettim; ilgilerini çeken bir konu olduğunda gözlerinde bir parıltı beliriyor, kelimeler daha hızlı akıyordu. Merakları, kalplerine küçük bir kapı aralıyordu.

Ergenlik… Dışarıdan bakıldığında sadece bir büyüme dönemi gibi görünür. Oysa içsel bir devrimdir. Fırtınalarla doludur. Gelip geçen bir hormon tufanı değil, kimliğin yeni baştan yazıldığı bir edebi türdür adeta. Bugünün gençleri ise biz yetişkinlerden çok daha farklı bir çağda bu metni yazmakla meşguller.

Göstergelerle dolu bir dünyada büyüyorlar. Reklamlar, içerikler, akımlar, görselliğin iktidarı… Hepsi birer sahne dekoru gibi onların çevresini kuşatıyor. Saçlarına yerleştirdikleri mavi, yeşil, pembe renkler, tişörtlerindeki sloganlar, seçtikleri kelimeler, göz devirmeler, yüz ifadeleri… Tüm bu detaylar, iç dünyalarının vitrinleri mi, yoksa içeride sakladıkları büyük sessizliklerin kamuflajı mı diye sormadan edemedim kendime.

Gençler, çoğu zaman söylediklerimizin umurlarında değilmiş gibi görünürler. Göz devirmeleriyle, odalarına kapanmalarıyla, kısa ve keskin yanıtlarıyla bizi dışladıklarını düşünürüz. Ama hakikat şu ki: duydular. Belki hemen değil, belki sessizce, ama kelimeler zihnin görünmeyen bir yerine yerleşti. Bir gün bir kavgada, bir isyanda ya da sadece içten içe yaşadıkları bir çöküşte, bizim o “önemsiz” sandığımız cümleler geri gelir. “Ne olursa olsun yanındayım” cümlesi, tam da “hak etmediğini düşündüğü” bir günde yankılanır. Bu şahitlik genç bir yüreğin çökmesini engelleyebilir.

Her gün, etraflarındaki ekranlardan, reklamlardan, öğretmenlerden, bazen de biz yetişkinlerden onlara fısıldanan binlerce ses var: “Eksiksin” “Yetersizsin” “Abartıyorsun” “Çok duygusalsın” “Hiçbir şeyi anlamıyorsun” “Dinlemiyorsun” Bu yankılar, genç bir zihnin en mahrem alanlarına kadar sızar. Kimliklerini kurmaya çalıştıkları bir dönemde, bu sesler bazen iç ses haline gelir. Kendi içlerinde bir yargıç belirir ve genç insan, henüz tam olarak kim olduğunu bilemezken, kendini eksiltmeye başlar.

Biz Böyle Değildik

Sadece terapi odasında değil, birçok ortamda ergen çocukları olan ebeveynlerin ortak bir cümlesini duyarım: Biz böyle değildik. Ne zaman bu cümleyi duysam, içinde gizli bir sitem ve korku sezerim. Evet, doğru. Biz böyle değildik. Çünkü dünya da böyle değildi.

Biz, mektupların gidiş geliş sürelerini biliriz. Telefonun ve internetin hızlı erişim sağlamadığı dönemleri gördük. Onlar ise bildirimin saniyeler içinde ulaşabildiği bir dijital çağda büyümek durumundalar. Biz, sokak aralarında kim olduğumuzu ararken; onlar, görünürlük kazanmak için algoritmalarla yarışıyorlar. Biz, “Ben kimim?” sorusunu sessizce sorarken; onlar bu soruyu sesli, görsel, anlık şekilde tüm dünyaya yayınlıyor.

Görmek ve görülmek… Artık yalnızca bir ihtiyaç değil, varoluşun onaylanma biçimi haline geldi. Genç bir zihin, sürekli olarak başkalarının onayına, beğenisine, takibine, yorumuna maruz kaldığında iç sesleri yavaşça dış seslerin yankısına dönüşüyor.

Gençlere

Sevgili genç dostum,

Sana kısa ama derin bir şey söylemek isterim. Kendin olmak, bir eylemdir. Pasif bir durum değil. Kim olduğun; sadece bir “kendiliğindenlik” değil, çoğu zaman cesaretle, iradeyle ve yalnız kalmayı göze alarak gösterdiğin bir karardır. Sosyal medyada her an birilerini taklit etme kolaylığı varken kendi renginde ısrar etmek başlı başına büyük bir tavırdır.

Kimliğin sabit değil, sürekli yeniden yazılan bir metindir. Bunu unutma. Bugün hissettiğin sıkışmışlık, yarın seni özgürleştirecek cümlenin önsözü olabilir. Kendini tanımak, bazen bir şiiri defalarca okumak gibidir: Her seferinde farklı bir anlam çıkarırsın. Ki bu da çok güzeldir. Çünkü büyümek, bazen bir anlamdan vazgeçip diğerine yer açmakla olur.

Yetişkinlere

Sevgili yetişkinler,

Çocuklarınızla aranızdaki bağ, sadece kan bağından ibaret değil; anlam ve güven bağıdır aynı zamanda. Onları anlamak, “ben senin yaşındayken…” diye başlayan cümlelerle başlamaz. Asıl anlamak, şimdi onların yaşında olmak nasıl bir şey diye sormakla başlar. Bugünün ergenleri yalnızca fiziksel değil, zihinsel olarak da kalabalık bir evrende büyüyorlar. Sessizlikleri çoğu zaman duyulma arzusunun başka ve derin bir şeklidir.

Oysa belki de her şeyin en çok karıştığı o yaşlarda, onlara açık açık, samimiyetle ve tekrar tekrar “Yeterlisin” demeye ihtiyacımız var. “Benim için kıymetlisin” demeye. “Varsın ve bu bile çok şey anlatıyor” diyebilmeye. Çünkü sevgiye en çok ihtiyacımız olan anlar, onu hak ettiğimizden en az emin olduğumuz anlardır.

Biz yetişkinler olarak çoğu zaman sevgimizi ispat etmeye değil, sınamaya eğilimliyizdir. Sınır koyarken, ölçü belirlerken, beklentilerimizi iletirken fark etmeden sevgiyi bir performansa dönüştürürüz. Ama sevgi sürekli kazanılması gereken bir ödül değildir; bir duruma bağlı olarak hak edilmesi gereken bir şey de değildir. Gençlerin en büyük ihtiyacı, bu gerçeği yaşayarak bilmektir. Çünkü ergenlik dönemi, sadece bedensel değil, duygusal olarak da kendine yer açma mücadelesidir. Her mücadele ise en az bir güvenli limanın var olduğuna güven duyularak verilebilir.

Bir genç hata yaptığında, yanlış bir karar verdiğinde, sınavdan kötü bir not aldığında ya da arkadaşlarıyla kötü bir deneyim yaşadığında; en derinde halen şunu sormaktadır: “Hâlâ beni seviyor musun?” Bu soru çoğu zaman kelimelere dökülmez, davranışların satır aralarında aranır. Öfkesinde, sessizliğinde ya da alaycılığında gizli olabilir. İnsan, kendini en çok sevildiğini bildiği yerde zayıf taraflarını gösterebilir. Bu yüzden gençlerimiz, yaptıkları hataların ya da yaşadıkları başarısızlıkların bizim sevgimizden daha büyük olmadığını bilmeye ihtiyaç duyarlar. Bunu sadece sözle değil, davranışla da göstermek gerekir. Kimi zaman bu, bir sınav sonucu kötü gelen çocuğun başını okşamaktır. Kimi zaman, “Sana inanıyorum” demektir. En çok da ona şefkatle yaklaşmaktır.

Şefkat modern dünyada tükenen bir meziyet. Hızın, verimliliğin, başarı listelerinin kutsandığı bir çağda, gençlerin geçirdiği bocalama anlarına tahammül gösteremiyoruz. Oysa onların olgunlaşma süreci bir dosya yüklenmesi gibi düz ve teknik bir işlemden ibaret değildir. İçinde duygu var, direnç var, belirsizlik var. En çok da hatalar var.

Bizler, onların kendilerini gerçekleştirme sürecinde yanlarında sadece yol gösterici değil; aynı zamanda birer şahit olarak durmalıyız. Sessizce, ama güçlü bir şekilde. “Ne olursa olsun buradayım” diyebilmeliyiz. Bu, bir gencin karakterinin en derin katmanlarına kadar işler. Unutmayalım: Bu sınav onların değil, bizim sınavımızdır çoğu zaman. Gençlerin, kendi gölgelerine bile güvenemedikleri anlarda bizim gölgemiz onlara serinlik sunuyorsa; işte o zaman ebeveynlik, eğitimcilik ya da yetişkinlik anlam kazanır.

Belki de tüm mesele şudur: Onlara hak ettikleri değil, ihtiyaç duydukları sevgiyi vermek. Hatalarıyla, eksikleriyle, kararsızlıklarıyla, tedirginlikleriyle bir bütün olarak. “Seni yalnızca başarılarınla değil, varlığınla seviyorum” diyebilmek. Çünkü bazen bir genç, sadece bu cümleyi duyabilmek için bile yaşama tutunur. Biz yetişkinler olarak bu dünyada bir gencin kendini değerli hissetmesini sağlıyorsak o zaman yetişkin olduğumuza ikna olabiliriz.

Onları yargılamak yerine, neyi anlatmaya çalıştıklarını duymaya çalışalım. Çünkü ergenlik, kendine aynaların arandığı bir süreçtir. Biz bu aynayı kırarsak çocuklarımız kendi yüzlerine bakmaktan utanabilir. Fakat biz o aynada olmamızı istedikleri gibi değil de oldukları gibi onları sevmeyi öğrenirsek onlar da kendilerini sevmeye cesaret edebilir.

Bir yanıyla hepimiz duygusal olarak henüz olgunlaşmamış yetişkinler değil miyiz? Çocuklarımız tam da bizi olgunlaştırmak için bizi test etmiyorlar mı? Öğrenmek için hiçbir zaman geç değil. Gençler bize tazelik sunarken; biz onlara anlayış, sabır ve şefkatle yaklaşabiliriz. Belki de tüm mesele şu basit cümlede saklıdır: Ben seni olduğun gibi görmek istiyorum.

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

YAZARLAR
TÜMÜ

SON HABERLER