Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya

ABD’nin Venezuela Kuşatması: Emperyal Zorbalığın Yeni Yüzü

Cihad İslam YILMAZ – Güvenlik Araştırmaları Merkezi Genel Koordinatörü –

Cihad İslam YILMAZ – Güvenlik Araştırmaları Merkezi Genel Koordinatörü – 02 Eylül 2025

 

Latin Amerika, 19. yüzyılın başlarından itibaren ABD’nin jeopolitik tahayyülünde yalnızca bir komşu bölge değil, aynı zamanda hegemonik bir “arka bahçe” olarak kurgulandı. 1823 tarihli Monroe Doktrini, “Amerika Amerikalılarındır” şiarıyla Avrupalı güçlerin kıtadaki müdahalelerine set çekmeyi amaçlarken, aynı zamanda Washington’un kendi nüfuz alanını ilan etmesinin ideolojik kılıfıydı. Bu yaklaşım, ilerleyen yıllarda bölgesel bağımsızlık hareketlerini destekleme iddiası altında gelişmiş, fakat pratikte ABD’nin siyasi ve ekonomik çıkarlarını garantiye alan bir müdahale doktrinine dönüşmüştür.

1904 yılında Başkan Theodore Roosevelt’in Monroe Doktrini’ne eklediği Roosevelt Corollary, Latin Amerika’ya yönelik ABD müdahalelerinin teorik temelini pekiştirdi. Roosevelt, Avrupa müdahalelerini engelleme bahanesiyle ABD’ye “bölgesel polislik” rolü yükledi. Böylece, borç krizleri veya siyasi istikrarsızlıklar gerekçe gösterilerek bölgeye doğrudan askerî müdahale meşrulaştırıldı. Nitekim 1902-1903 yıllarında Almanya, Britanya ve İtalya’nın Venezuela’yı borçlarını ödemediği gerekçesiyle abluka altına alması, ABD’nin bölgeye yönelik hegemonik hırslarını hızlandırdı. Roosevelt’in “önleyici müdahale” anlayışı, ABD’nin Venezuela’ya ve diğer Latin Amerika ülkelerine karşı uzun vadeli kuşatma siyasetinin habercisi oldu.

Soğuk Savaş döneminde bu çizgi daha da keskinleşti. 1954’te Guatemala’da, 1961’de Küba’da ve 1973’te Şili’de görüldüğü üzere, ABD sadece askerî güç değil aynı zamanda CIA eliyle örgütlenmiş darbeler, ekonomik sabotajlar ve diplomatik baskılar yoluyla bölgedeki tüm “tehdit unsurlarını” bastırmaya yöneldi. Küba örneğinde ise ekonomik ambargo ve askeri kuşatma, ABD’nin sabit bir stratejisi haline geldi. Bu tarihsel süreklilik, günümüzde Venezuela’ya yönelen baskının da münferit bir gelişme değil; Latin Amerika’da emperyal hegemonyayı sürdürme gayretinin güncellenmiş biçimi olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.

Güncel Askeri Hamleler

2025 yazından itibaren ABD’nin Karayipler’deki askerî yığınağı, Washington’un Venezuela’ya dönük baskı siyasetinde yeni bir evreyi temsil etmektedir. Resmî söylemde bu hareket, “uyuşturucu kaçakçılığıyla mücadele” gerekçesiyle meşrulaştırılmaktadır. Oysa bölgeye gönderilen unsurların niteliği ve yoğunluğu, bu açıklamayı ikna edici olmaktan uzaklaştırmaktadır. Zira Karayip Denizi’ne konuşlandırılan unsurlar yalnızca devriye gemileriyle sınırlı kalmamış; füze kruvazörleri, nükleer denizaltılar ve yaklaşık 4.500 askerlik bir deniz filosu içerecek şekilde genişletilmiştir. Bu denli ağır silah kapasitesinin uyuşturucu kaçakçılığına karşı seferber edilmesi, askeri gücün asıl hedefinin Maduro yönetimini baskılamak olduğunu göstermektedir.

Nitekim ABD’nin bu hamlesi, Venezuela’da siyasi atmosferi doğrudan etkilemiştir. Caracas yönetimi, bu askerî varlığı “uluslararası hukuka aykırı, açık bir kuşatma ve rejim değişikliği girişimi” olarak tanımlamış; Başkan Nicolás Maduro, halkı ulusal bir seferberliğe çağırarak “yurt savunması” söylemini pekiştirmiştir. Bu bağlamda, yalnızca ordu değil; paramiliter yapılar, halk milisleri ve çeşitli güvenlik örgütleri seferber edilmiştir. Maduro’nun beyanına göre milislerin sayısı birkaç milyonluk bir güce ulaşmıştır ki bu, ABD tehdidinin Venezuela iç siyasetinde “direnişçi milliyetçilik” duygusunu yeniden canlandırdığını göstermektedir.

ABD’nin bu askerî konuşlandırması yalnızca Venezuela ile sınırlı bir kriz değildir. Bölgesel güvenlik dengeleri açısından da önemli sonuçlar doğurmaktadır. Latin Amerika ülkeleri, Washington’un bu hamlesini farklı tepkilerle karşılamıştır. Bazı müttefik devletler ABD’nin söylemini desteklerken, özellikle Küba, Nikaragua ve Bolivya gibi ülkeler, bu yığınağı yeni bir emperyalist işgalin provası olarak nitelemiştir. Bu durum, Karayipler ve Latin Amerika’da yeni bir kutuplaşmayı tetiklemiş; bölge, Soğuk Savaş’tan bu yana görülmemiş derecede yüksek askerî gerilime sahne olmuştur.

Bu tablo, ABD’nin Venezuela’ya karşı giriştiği baskının yalnızca ekonomik ve diplomatik düzlemde değil, doğrudan askerî düzlemde de tırmandığını ve küresel güç rekabetinin sıcak cephelerinden birine dönüştüğünü açık biçimde göstermektedir.

Ekonomik ve Diplomatik Kuşatma

ABD’nin Venezuela’ya karşı geliştirdiği baskı stratejisinin yalnızca askerî boyutla sınırlı kalmadığı açıktır. Washington’un uyguladığı ekonomik yaptırımlar ve diplomatik izolasyon politikaları, bu kuşatmayı çok boyutlu kılan en önemli araçlardır. Özellikle 2015’ten itibaren yoğunlaştırılan yaptırımlar, başlangıçta bireyleri ve devlet yetkililerini hedef almış görünse de kısa sürede ülkenin temel ekonomik damarlarını, özellikle de petrol endüstrisini doğrudan felç eden bir niteliğe bürünmüştür. Venezuela’nın ulusal petrol şirketi PDVSA’ya yönelik yaptırımlar, devletin döviz gelirlerinin dramatik biçimde azalmasına yol açmış, böylece hükümetin sosyal harcamalarını ve halkın temel ihtiyaçlarını karşılamasını neredeyse imkânsız hale getirmiştir.

Bu ekonomik baskının sonuçları, yalnızca makroekonomik göstergelerde değil, sıradan Venezuelalıların gündelik yaşamında da hissedilmiştir. Gıda kıtlığı, ilaç ve tıbbi ekipman yetersizliği, hiperenflasyon, kitlesel göç hareketleri gibi gelişmeler, yaptırımların insani boyutunu derinleştirmiştir. ABD’nin resmi söyleminde yaptırımların amacı Maduro hükümetini zayıflatmak olarak ifade edilse de, fiiliyatta ortaya çıkan tablo halkı kuşatmanın en ağır yükünü taşımak zorunda bırakmaktadır. Bu bağlamda ekonomik yaptırımlar, uluslararası hukukta tartışmalı hale gelen bir kavrama işaret etmektedir: kolektif cezalandırma.

Diplomatik düzlemde de benzer bir kuşatma politikası izlenmiştir. ABD, Latin Amerika’daki bazı müttefikleriyle birlikte Venezuela’yı uluslararası platformlarda izole etmeye çalışmıştır. Lima Grubu girişimleri, Amerika kıtasındaki bazı devletleri Caracas yönetimine karşı bir blok oluşturmak için seferber ederken, Birleşmiş Milletler ve Amerikan Devletleri Örgütü (OAS) gibi kurumlarda da ABD’nin Venezuela karşıtı söylemi etkin bir şekilde işlenmiştir. Bununla birlikte Çin, Rusya, İran gibi aktörlerin Venezuela ile yakınlaşması, bu diplomatik baskıya karşı alternatif bir uluslararası dayanışma hattının doğmasına da yol açmıştır.