Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Avatar photo
Adem Kılıç

BM Zirvesinde Filistin’i Tanıma Adımları ve Türkiye – Adem Kılıç

Adem KILIÇ – 29 Eylül 2025

 

Bu yılki BM Zirvesi’nde Filistin meselesi, neredeyse tüm gündemi belirleyen esas mesele olarak zirveye damga vurdu.

Çok sayıda etki üretmek isteyen ülkenin yanı sıra; Fransa, İngiltere, Kanada, Avustralya ve Portekiz gibi özgül ağırlığı daha yüksek olan ülkeler, Filistin’i devlet olarak tanıdıklarını açıkladı ve böylece BM üyesi 193 ülkeden 157’si, resmi olarak Filistin Devleti’ni tanımış oldu.

BM üyesi ülkeler arasında bugüne kadar İsrail’i tanıyan ülke sayısının 160 olduğu gerçeği düşünüldüğünde, bu adımların ne kadar kıymetli olduğu daha da anlaşılabilir bir hal alabilir.

Yani diğer bir ifade ile, uluslararası arenada, Filistin’i tanıyan ülkelerin sayısı neredeyse İsrail’i tanıyan ülkeler ile eşitlenmiş oldu.

Bu tablo, uluslararası alanda Filistin’in varlığının güçlü bir biçimde kabul edildiğini gösteriyor ve bu gelişme, özellikle Gazze’de 2 yıldır devam eden soykırım savaşı sonrası, küresel olarak sokaklarda yükselen protestolarla birleşerek ciddi bir politik mesaj niteliği taşıyor.

Ancak bu tanımaların tek başına yeterli olmadığının da unutulmaması gerektiğini belirtmek gerekiyor.

Zira; eğer süreç, İsrail’e karşı uluslararası yaptırımlar ve kısıtlayıcı somut adımlar ile taçlandırılmaz ise, bu tanımaların sahadaki etkisi sınırlı kalabilir ve sadece bir “oyalama süreci” olarak tarihteki yerini alabilir.

Uluslararası çelişkiler ve terör tanımı

Geçtiğimiz hafta boyunca devam eden BM’deki tartışmalar, iki büyük çelişkiyi gözler önüne serdi.

Birincisi, şüphesiz olarak güç dengesi üzerindeki çelişkiler olarak ortaya çıktı.

Zira; küresel güç raporlarına göre, dünyanın en güçlü 16. ordusuna sahip ve dünyanın en güçlü ordusu olarak kabul edilen ABD desteğini arkasına alan bir İsrail’e karşı, aynı topraklar üzerinde yaklaşık 40 yıl önce kurulan ve daha o tarihte, 100’den fazla BM üyesi ülke tarafından tanınan Filistin Devleti’nin ordu kurmasına izin verilmemesine, hatta kendi topraklarında asayişi sağlamak için bağımsız bir polis gücü oluşturmasına dahi izin verilmeyen bir Filistin Devleti’ne dair gerçekler ortaya konulmadı.

İşte bu gerçeğe rağmen, kendi topraklarını savunan Filistinliler için “terörist” tanımı kullanılırken, açık bir şekilde işgal, toprak gaspı yapan bir yapı için ise tüm BM süreci boyunca “ordu” ve “devlet” tabiri kullanıldı.

İkinci çelişki ise terör kavramının yanlış uygulanmasıyla ilgiliydi.

BM’nin uluslararası terör tanımı, “sivilleri hedef alan, başka bir ülkenin topraklarını gasp eden ve o devleti ortadan kaldırmayı hedefleyen tarafı” terörist olarak tanımlıyor.

Sahadaki gerçeklik incelendiğinde ise bu tanım tamamen İsrail’e uyuyor ve gerek ideolojik gerekse de sapkın teolojik hedefleri doğrultusunda, başka bir ülkeni topraklarını işgal ve gasp eden, başka bir ülkeyi yıkmak isteyen, diğer bir ifade ile BM’nin terörist tanımına uyan tarafın İsrail ordusu olduğu net bir şekilde görülüyor.

Ve kayıtsız şartsız olarak İsrail’i destekleyen ABD’nin bu konudaki çifte standardı, Filistin meselesinde adil bir yaklaşımın önündeki en büyük engel olarak öne çıkıyor.

Türkiye’nin rolü

Türkiye, hem bölgesel hem de küresel çıkarlarına rağmen, zulüm altındaki Gazze meselesini, kendi sorunlarına rağmen, BM Zirvesi boyunca öncelikli gündem maddesi olarak ele aldığını gösterdi.

Türkiye Dışişleri Bakanı Hakan Fidan ve Cumhurbaşkanı Erdoğan, neredeyse her ikili görüşmesinde ve katıldıkları toplantılarda, İsrail zulmünü tüm dünyaya duyurdu ve 1967 sınırlarında iki devletli çözümün hayata geçirilmesi noktasında, en az 2 milyon Filistinlinin sesi oldu.

Diğer yandan, özellikle Erdoğan-Trump zirvesindeki ortak oturum da, Türkiye’nin bölgesel güvenlik mimarisinde oynayacağı öncü rolün mesajını net biçimde ortaya koydu.

Bu oturumdaki gelişmeler, Türkiye’nin sadece Filistin davasında değil, tüm bölgesel  gelişmelerde de belirleyici bir aktör olduğunu gözler önüne serdi.

Erdoğan ve Trump arasında gerçekleşen zirve, ekonomik ve enerji alanındaki atılan adımların yanı sıra Türkiye’nin uzun vadeli stratejileriyle doğrudan bağlantılı gelişmelere dair önemli ipuçları verdi.

Türkiye; yolcu uçakları alımı ve enerji anlaşmaları ile küresel arenadaki rolünü ve bölgesel enerji merkezi olma noktasındaki arz güvenliğini sağlama alırken, aynı zamanda da yönünün hala Batı’ya dönük olduğunu ancak aslolanın Türkiye’nin çıkarları olduğunu ilan etti.

Savunma alanında ise F-35 ve F-16 alımları ile CAATSA yaptırımlarının kaldırılması masadaydı.

Görüşmelerin verimli geçtiği dile getirilse de bu konuda atılacak olan somut adımlar henüz taraflarca açıklanmadı. Bu, ABD’nin hala Türkiye üzerinden 100 yıldır olduğu gibi hesaplarının bitmediğini gösterirken, Türkiye’nin de karar aşamasında olduğunu ve artık “kapıda bekletilemeyecek” bir ülke konumunda olduğunun ilanı niteliğini taşıyor.

Türkiye’nin stratejik mesajı

Zirvede Türkiye, Batı’ya alternatiflere sahip olduğunu ve yalnızca kendi çıkarları doğrultusunda hareket edeceğini net bir şekilde gösterdi.

Devlet yetkililerinin açıklamaları ve MHP lideri Bahçeli’nin TRÇ ittifakı önerisi, Türkiye’nin diplomatik ve stratejik güçle sahadaki etkinliğini pekiştirdi.

Bu durum, Türkiye’nin hem ulusal çıkarlarını koruduğunu hem de bölgesel aktörler karşısında müzakere gücünü artırdığını gösterdi.

Diğer yandan Trump, zirvede Türkiye’nin Suriye konusundaki ciddiyetini ve etkinliğini net biçimde anladı. Zira; Türkiye’nin güçlü ordusu ve sahadaki stratejik rolü, ABD’nin Suriye politikalarını doğrudan etkiliyor ve Trump’ın ifadeleri ile “Suriye zaferinin sahibi” olan Türkiye’nin bir terör devletine izin vermeyeceğini ABD artık daha iyi biliyor.

Türkiye, Suriye’de federal bir yapıya veya butik devlet oluşumuna asla izin vermeyeceğini defalarca ortaya koydu. SDG’nin Suriye ordusuna entegrasyonu konusundaki direnç, İsrail’in de dahil olduğu bölgesel planları sekteye uğratırken, Türkiye’nin sabırlı ve stratejik yaklaşımı, sahadaki dengeyi koruma ve olası krizleri önleme açısından büyük önem taşıyor.

Ayrıca Şaraa yönetiminin toparlanma süreci ve parçalanmış bir Suriye’nin önlenmesi Türkiye için kritik önemdeyken. Trump’ın “Suriye’nin anahtarı Türkiye’de” ifadesi, Türkiye’nin sahadaki gücünün uluslararası aktörler tarafından kabul edildiğini teyit ediyor.

Sonuç

BM’de Filistin’in tanınması, Erdoğan-Trump zirvesi ve Suriye’deki stratejik hamleler, Türkiye’nin hem bölgesel hem de küresel düzeyde etkin bir aktör olduğunu ortaya bir kez daha ortaya koydu.

Türkiye, haklı tezlerini uluslararası platformlarda savunurken, ulusal çıkarlarını kararlılıkla koruyor ve yalnızca kendi stratejisi doğrultusunda hareket etmekle kalmayarak, çok kutuplu dünya düzeninin oluşumunda kilit aktör olduğunu da ortaya koyuyor.

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

YAZARLAR
TÜMÜ

SON HABERLER