Adem KILIÇ – 06 Ekim 2025
İngiltere, Filistin’i devlet olarak tanıdığını açıkladıktan kısa süre sonra, ABD Başkanı Trump’ın sözde “Barış Anlaşması” doğrultusunda, Filistin’in kendi kaderini belirlemesini engellemek için eski Başbakan Tony Blair’i sahaya sürdü.
Bu adım, hem Washington’un hem Londra’nın hem de esas olarak Batı’nın tarihsel ikiyüzlülüğünü ve sömürgeci zihniyetini bir kez daha gözler önüne serdi.
Zira Tony Blair, artık sadece bir “danışman” değil, Gazze’de Batı-İsrail çıkarlarını koruyacak, savaş sonrası geçiş sürecini yönetecek bir figür olarak konumlandırılıyor.
Blair’in Irak mirası ve savaş suçları
Tony Blair’in Irak’taki mirası, onun Filistin için ne kadar güvenilmez bir isim olduğunu net bir şekilde ortaya koyuyor.
ABD’nin öncülüğünde 2003 yılında başlatılan Irak işgal sürecinde binlerce sivil hayatını kaybetti, sistematik katliamlar ve yıkımlar yaşandı.
Tony Blair, o dönemki ABD Başkanı Bush’u ikna ettiği savaşta 1 milyon insanın ölümünden yıllar sonra yaptığı açıklamada, Irak’ta aslında kitle imha silahlarının olmadığını ve yanlış istihbarat raporları ile hareket ettiklerini itiraf etti.
Ancak bu itirafa ve uluslararası hukuk açısından ciddi tartışmalar yaratan bu süreç, asla uluslararası arenada bir yargılama sürecine tabi tutulmadı.
Gelinen noktada ise bu isim, şimdi tamamen İsrail’in çıkarlarına hizmet eden sözde bir Barış Anlaşması doğrultusunda, Gazze’nin “yeniden yapılandırılmasında” önemli bir aktör haline geliyor.
Trump ve Netanyahu’nun “Riviera” planı
Tony Blair Gazze’yi, Amerikan ve İsrail çıkarlarına uygun bir şekilde yeniden şekillendirecek olan bir “Riviera” ve “ticaret merkezi” olarak yeniden tasarlayan projeye destek verdiğini, açıkça ifade etti.
Geçtiğimiz hafta Financial Times, Boston Consulting Group tarafından modellenen ve İsrailli yatırımcılar tarafından yürütülen “Trump’ın Riviera” planının, Gazze’nin uluslararası sermayeye açılmasını öngördüğünü ve Blair’in bu plana destek verdiğini yazdı.
Ancak bu süreçte Filistinlilerin görüşleri asla alınmadı. Hatta açıklanan 20 maddelik planda, Filistinlilerin sürgün edilmeyeceği belirtilse de yeni plan içerisinde nasıl bir hayat düzeninde hareket edeceğine dair tek satır dahi bilgi verilmedi.
Diplomatik sahtekarlık
ABD Başkanı Donald Trump, Doha’da Hamas müzakerecilerine yönelik İsrail saldırılarına göz yumarken aynı zamanda da, Filistin Yönetimi Başkanı Mahmud Abbas’a BM törenine katılmak için vize vermeyerek asıl niyetini ortaya koydu.
Zira bu durum, aslında zaten Gazze’nin haklarını gözetmeyen bir Abbas yönetimine karşı değil, topyekün olarak Filistin halkını yok sayma adımıydı.
Trump, Filistinlilerin kendi gelecekleri üzerinde söz sahibi olma haklarının gasp edilmesi anlamına gelen adımları tüm dünyanın gözünün önüne bakarak atarken, hemen ardından ise bunu taçlandırmak için Filistinlileri yok sayan sözde bir barış planını açıkladı.
Blair’in sahaya sürülmesi de, bu diplomatik ironinin bir parçası olarak gün yüzüne çıktı.
Irak’taki katliamlardaki sorumluluğu ve kendisini “Yahudi olmaya bir evanjelist” olarak nitelendirmesi, onun görevinin aslında, Filistin’in kendi kaderini belirleme hakkını sınırlamak ve Amerikan-İsrail politikalarını hayata geçirmek olduğunu ortaya koyuyor.
Balfour’dan Blair’e Filistin sömürge anlayışı
Yine İngiliz bir isim ve bakan olan Arthur Balfour’un 1917’de yayınladığı ve sözde İsrail devletinin temelleri oluşturan deklarasyonunda, “Yahudi halkı için ulusal vatan” vaadinin üzerinden bir asırdan fazla bir süre geçti ve görünen o ki ABD ve İsrail yeni bir Balfour anlayışı ortaya koymaya çalışıyor.
Washington ve Tel Aviv, yeni bir Balfour hamlesi ile sahneye çıkıyor ve Tony Blair’in adının bu süreçte ön plana çıkması, tarihsel ironinin yeniden hayata geçirilmesi anlamına geliyor.
Tüm bu tabloya baktığımızda açıkça görülüyor ki Filistin halkı, kendi topraklarında bile kaderini belirleme hakkından yoksun bırakılıyor ve Tony Blair’in sahaya sürülmesi, geçmişteki savaş suçları ve Irak’taki yıkıcı politikaları göz önüne alındığında, Filistin için sadece bir proje olduğunu gösteriyor.
Sonuç
Gazze’deki geçiş süreci, uluslararası güçlerin çıkarlarına göre şekillendiriliyor ve Filistinlilerin kendi güvenlik, ekonomi ve siyasi geleceklerini kontrol etme imkanı tamamen ortadan kaldırılıyor.
Bu durum, Filistin’in kendi devletini kurma umutlarını ve toplumsal direncini de sınırlandırmayı hedefliyor.
“En kötü barış, savaştan daha iyidir” anlayışı dayatılan Arap devletleri ise, şu anda bu anlayış çerçevesinde Gazze’deki zulmün bitmesi için adımlar atmaya devam ediyor.
Özetle; tarih bir kez daha ironik bir biçimde tekerrür ediyor ve Arthur Balfour’un yüz yılı aşkın önceki hamlesinden sonra, Washington ve Tel Aviv’in sahneye sürdüğü yeni figürler, Filistin halkının kaderini dışarıdan belirlemeye devam etmek için yeni bir oyun kuruyor.
YORUMLAR