WOTTV E-DERGİ
DOLAR 32,3392 -0.1%
EURO 34,8773 0.15%
ALTIN 2.388,88-0,32
BITCOIN 19941884,23%
Faruk Taşçı

Faruk Taşçı

02 Mayıs 2024 Perşembe

    Kadın Politikalarında Batı’dan Medet Ummayı Bırakmak

    Kadın Politikalarında Batı’dan Medet Ummayı Bırakmak
    0

    BEĞENDİM

    Prof. Dr. Faruk TAŞÇI – 06 Mart 2024

     

    İbn Haldûn’un mağlup tarafın galip tarafı hal, tavır, davranış ve yaşam biçimi ile yüceltip taklit ettiği şeklindeki görüşünün uzantısı olarak özellikle Tanzimat sonrasında Batı’yı yüceltip taklit etme meselesi Türkiye’nin gündeminden çıkmış görünmüyor. Bu nedenle Batı’dan medet ummak (Türkiye de dahil Batı-dışı toplumlarda) çoğu alanda devam ediyor. Bu alanlardan biri de kadın politikaları.

    Batı’da “Ölümlerden Ölüm Beğendirilen” Kadın

    Halbuki kadın konusunda Batı söz konusu olduğunda “kendisi himmete muhtaç dede, nerde kaldı gayrıya himmet ede” sözü devreye girer ve Batı’da kadınların “ölümlerden ölüm beğendiği” bir tarihsel süreci yaşadığı görülür. Şöyle ki;

    Batı’nın kök olarak kendisini dayandırdığı Antik Yunan döneminde kadın hor görülür; erkekten aşağı hayvanlarla birdir, çarşıda satılan bir mal hüviyetindedir. Kadının kamusal hayatı olmadığı gibi hiçbir siyasal hak veya yetkisi ya da ekonomik hakkı yoktur, mesela miras erkeğindir. Erkeklerden ayrı olarak ve sadece pagan ayinlerine katılmasına müsaade edilen kadın için “susmak” en yüce şeydir. Mesela Aristo’ya göre “erkekler, zihnin veya aklın doğal timsaliyken; esirler ve barbarlar ile birlikte kadınlar, tabu olarak aşağı sınıfı teşkil eder.”

    Kadının durumu Roma döneminde de farklı değil. Mutlak güç babadadır; baba yarı-ilahdır, Roma hukuku dahil evdeki mutlak güç olan babaya karışmaz. Bu nedenle, doğan bir çocuğu baba isterse öldürebilir, kız çocuğundan menfaati olursa da satabilir. Kız veya kadının şahsiyeti kabul edilmez; onlar babanın mülkiyeti gibidir. Ayrıca Roma’da kadınların kamuda hiçbir yeri yoktur, devlette görev alamazlar.

    Grek-Roman kültürünün etkisi ile evlendikten sonra boşanmak yasak. Bu yasağın uzantıları 17. yüzyıla kadar görülebiliyor. Örneğin 17. yüzyılın sonlarında İskoçya’da sadece “yılda bir”den daha az boşanmadan bahsediliyor. Yani evlilik kutsaldır, ama ailede kadın, deliler ve çocuklarla birlikte anılıyor, ailenin öneminin dışında tutuluyor. Kilise’nin hâkim olduğu dönemlerde kadın dini, siyasi ve ekonomik alanın dışındadır, ancak Kilise kadınları “değerli potansiyeller” olarak görüyor çünkü kadınların o dönemlerde mülk edinmeleri mümkün ve mülklerinin Kilise’ye hayır olarak bağışlamaları söz konusu. Bu çerçevede kadınların Kilise’ye çok fazla destek verdikleri biliniyor.

    Öte yandan, Batı’da feodal dönemde kadın için durum karışık. Lordların evlerinde kadınların kullandığı ve şiddete maruz kaldığı kaydedilirken, aristokrat kadınlarsa gayet etkin görünüyor. Feodal hiyerarşiye göre, aristokrat kadınlara saldırmak yok, ama diğer kadınlara saldırmak mümkün. Dolayısıyla kadın olmaktan ziyade “aristokrat kadın” olmak önemli, ancak güçlü kadınların gücü herhangi bir aristokrat erkekle evlendikten sonra başlıyor. Yani halktan olan kadınlar için durum yine kötü.

    16. Yüzyılla birlikte (Flaman bölgesindeki bazı istisna durumlar hariç) Batı’da kadının durumu perişan. Bu dönemde Roma hukuku temel alınıyor, bu nedenle kadın akıl eksiği olan varlık olarak kabul ediliyor. Örneğin bekâr kadınların karar almaları ve vasilikleri yasak. Kadının rolü, evde erkeğe tabi olmak şeklinde. Diğer taraftan, Ortaçağ’ın sonlarına doğru görülen “cadılık”tan da yine çoğunlukla kadınlar sorumlu tutuluyor; öldürülüyorlar, yakılıyorlar.

    Batı’da durumların değişmeye başladığı Rönesans ile birçok konuda “yeniden” tanımlama girişimleri görülüyor ama hepsinde temel nokta “beden”; bedenin yeniden konumlandırılmasında da kadın merkezde. Hatta Batı’nın yeni vizyonunda artık “kadın bedeni” merkezde. Bedenin kutsanmasıyla kadın bedeni de “çıplaklık” üzerinden kutsanıyor, çünkü giysiler eski hayat tarzının uzantısı kabul ediliyor. Öyle ki Rönesans’la artık Vatikan içinde de çıplak pagan tanrılarını görmek mümkün oluyor. Tüm bunların da sonucu Batı’da “fuhuş” alanlarının gelişmesi oluyor. Mesela Rönesans Avrupası’nda Roma’nın payesi “fahişeliğin başkenti” iken, Venedik de “kur yapma kültürü”nün merkezi olarak kadın bedeni ortaya seriliyor. 18. Yüzyılda da Paris, her on üç kadından birinin gelirini fahişelikten kazandığı bir merkez halini alıyor.

    Fransız ve Sanayi Devrimlerinin de etkisi ile 19. yüzyıla gelindiğinde bazı hareketlilikler görülüyor, ama bunlarda kadınlar aradığını yine bulamıyor. Nihayetinde Batı’da kadınlar “Sufrajet” adı verilen bir hareketlenme ile oy hakkını savunuyor. Bunun için kadınlar bombalama, vitrin camlarını kırma, kamu binalarını kundaklama gibi şiddet yöntemlerine başvurmaya başlıyor. Kadınların eğitim süreçlerine dahil olmaları da ancak bu dönemlere denk geliyor. Örneğin Fransa’da kadınlara ilk diploma 1861’de veriliyor; hatta İngiltere’de Londra, Oxford ve Cambridge gibi üniversiteler, kadınlara ancak Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra diploma hakkı tanıyor.

    Ölülerin Dayattığı Öldürücü Kadın Politikaları

    Böyle bir toplumsal yapının erk(ek)leri, ruhen ölüdür; ruhlarını güç/erk uğruna çoktan iblise satmış kimselerdir. Bu kimselerin (ölülerin) Batı’da uyguladıkları “öldürücü kadın politikaları”nı Batı-dışı toplumlara da uygulamak istemelerini anlamak kolay, ama bu öldürücü politikaların bizzat Batı-dışı toplumlar tarafından kendi toplumlarında uygulanmak istenmesi tam da İbn Haldun’un “galibe benzeme” tavrı!

    Ama yine de kadınlara kan, gözyaşı, ızdırap gibi zulümlerden başka bir şey sunmayan Batılı kadın politikalarının Batı-dışına mutluluk, huzur, refah getirmesini beklemek pek akla yatkın görünmüyor. Mesela Batı’da çok yaygın bir durum arz eden tek ebeveynli aileler kapsamında “yalnız anneler” ve “eşi vefat etmiş dul kadınlar” ile “şiddete maruz kalan kadınlar” ile ilgili çokça politika ve uygulamalar var, ama bunlar sorun çözmüyor, daha fazla sorun üretiyor çünkü var oluşsal sorunların çözümü varoluşsal adımlar gerektirir ama Batı tarihinde kadınlar “var kabul edilmediği için” sorunun kaynağı olan Batı’dan yine çözüm çıkamayacaktır.

    Yine mesela, en büyük sorun alanlarından biri kadına yönelik şiddet ve kadınların şiddete maruz kalmasının en uç noktası, öldürülmeleri. Bu cinayetlerin bir kısmı da “namus cinayetleri” (honor killings) şeklinde isimlendiriliyor ve tarihsel süreçte Batı’nın geleneksel dokusu içinde bulunabilen bir durum. Batı’da, gayri meşru çocuk bekleyen annenin ulusal yasaların öngördüğü mahkûmiyetleri yeterli bulmayan topluluk (aile vb.) üyelerinin olduğu ve bu üyelerin onanıyla, “aile onurunu/namusu”nu zedeledikleri kişilerden intikam alındığı sosyal tarihçiler ve antropologlar tarafından belirtiliyor.

    Tüm bunların anlamı şudur: Batı-dışı toplumlarda kadınların yaşamış oldukları sorunlar göz ardı edilemez veya kadınların uğradıkları haksızlıklar ihmal edilemez, ancak Batı-dışı toplumlarda kadınlarla ilgili yaşanan sorunları, Batı’nın kadınlara yönelik sicili bozuk uygulamalarının uzantısı olan “Batı’nın kadın politikaları” ile çözmeyi ummak, akıl işi değil! Aklı selim tavır, Batı’nın kadınlara yaşatmış olduğu cehennem hayatını da dikkate alarak, Batı-dışı toplumların kadınlarla ilgili yaşamış oldukları olumsuzlukları kendi iç dinamikleri ile çözmeye çalışmalarıdır.