WOTTV E-DERGİ
DOLAR 32,2741 -0.01%
EURO 35,1083 0.03%
ALTIN 2.470,950,21
BITCOIN 2118716-0,09%
Bercan Tutar

Bercan Tutar

14 Mayıs 2024 Salı

    CIA’nın İstanbul’daki Adam(lar)ı

    CIA’nın İstanbul’daki Adam(lar)ı
    0

    BEĞENDİM

    Bercan TUTAR – 14 Mayıs 2024

     

    Türkiye ve Yunanistan arasında yeniden bahar havası esiyor. Bu güzel bir şey. Ancak Yunan medyası Başbakan Kiriakos Miçotakis’in onuruna verilen iş yemeğindeki mönüye ilgi gösterdi. Bunun iki nedeni vardı. İlki mönüdeki yemeklerin menşei ile ilgiliydi. Bilindiği üzere bazı yemekler konusunda Türkiye ve Yunanistan arasında anlaşmazlıklar yaşanıyor. Dönerimize bile sahip çıkan bir Yunanistan kamuoyu var. O yüzden Yunan medyası ziyaretin siyasi sonuçlarından çok, Türkiye’nin ‘geleneksel ürün’ olarak tescil edilmesi için Avrupa Birliği’ne başvuruda bulunması üzerine Atina’da tepkilere yol açan dönerin iş yemeğindeki mönüde yer alıp almadığı konusuna geniş yer verdi. Dönerin mönüde yer almamasına sevinen Yunan medyası zeytinyağlı enginar, kuzu pirzola, fıstıklı kebap ve baklava ile helvanın bulunduğu listeyi gönül rahatlığıyla servis etti.

     

    Yunan medyasında Miçotakis’in ziyaretiyle ilgili en çok öne çıkan ikinci başlık ise Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın iş yemeğine Fener Patriği Bartholomeos’u da çağırmasıydı. Bartholemeos’un davet edilmesi Atina’da takdirle karşılandı. Yunan televizyonlarında “Erdoğan, Patriği davet etmekle ortamı daha da yumuşattı”, “Erdoğan’dan son dakika sürprizi” ve “Erdoğan’dan olumlu adım” yorumları yapıldı.

    Atina’da Bartholomeos’a davetin yanı sıra konuşulan bir başka ‘sürpriz’ de Yunan heyetine sonradan dâhil edilen Yunan İstihbarat Teşkilatı (EYP) Başkanı Themistoklis Demiris’ti. Yunan medyası, Demiris’in de mevkidaşı MİT Başkanı İbrahim Kalın ile görüşmek üzere Ankara’ya gelmesini iki ülkenin iyi ilişkilere verdiği ciddiyetin işareti olarak sundu. Yunanistan ile büyük sorunlar yaşadığımız dönemde Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreteri olan Demiris, 24 Ağustos 2022’de EYP’nin başına atanmıştı.

    Avrupa ve ABD medyası da Atina ve Ankara arasındaki ziyarete kritik önem atfetti ve yakından izledi. Ancak onlar iş yemeğindeki mönüden daha çok Bartholomeos ile daha önce İtalya, Güney Kıbrıs Rum Kesimi ve Avrupa Birliği Büyükelçiliği yapmış Demiris gibi isimlere ağırlık verdi.

     

    En çok da Bartholomeos’a önem verilmesi bizi şaşırtmadı. Zira II. Dünya Savaşı’ndan bu yana ABD’nin Türkiye’de en çok stratejik önem atfettiği kurum ve kişilerin başında geliyor Fener Rum Patrikhanesi ve Patriği. Patrik Bartholomeos’un uluslararası ilişiklerdeki önemi Türkiye ile ABD arasındaki krizlerin Ukrayna savaşından sonra yumuşamaya başladığı dönemde daha da arttı.

    Amerikan medyasının ifadesiyle söylersek ‘Konstantinopolis Ekümenik Patrikhanesi’nin ABD hükümetine derinden bağlı olduğunun çok az kişi farkında.

    Kuşkusuz bizim yetkililer biliyordur. Yunanlılar da eminim bundan haberdardır. Bir tek geriye Türk ve Yunan kamuoyu kalıyor. Kamuoyunun bu ‘cehaletini’ gidermeye çalışan The American Conservative dergisi 23 Nisan 2024 tarihli sayısında “The CIA’s Man in Constantinople” başlığıyla yayımladığı bir makalede ilginç bir tarihi itirafta bulundu.

    Michael Warren Davis imzalı yazıya Amerikan gramofonlarının ezici ağırlıkta olduğu Türk medyasında fazla rağbet gösterilmemesi şaşırtıcı değil. Sadece yazının tercümesi medyamızda yer aldı. O da Hüseyin Vodinalı adına açılan blogdaydı. Bunun dışında medyamız bu tarihi itirafı haberleştirmeye bile yanaşmadı.

    Yazıyı önemli kılan tarihi itiraf şöyle başlıyor… “1942’de, Yunan Ortodoks Kilisesi’nin Amerika Başpiskoposu Athenagoras Spyrou, 1947’de Merkezi İstihbarat Teşkilatı’na (CIA) dönüştürülen Stratejik Hizmetler Ofisi’nin (Office of Strategic Services-OSS) bir temsilcisine şu mektubu yazar… Üç Piskoposum, üç yüz rahibim ve geniş ve geniş bir örgütüm var. Benim emrim altındaki herkes senin emrin altındadır. İhtiyaç duyduğunuz herhangi bir hizmet için onlara komut verebilirsiniz. Hiçbir soru sorulmayacak ve talimatlarınız sadakatle yerine getirilecektir…”

    Ve bu mektuptan bir yıl sonra Athenagoras, Doğu Ortodoksluğunun ruhani lideri olan “Konstantinopolis Ekümenik Patriği” seçilerek İstanbul’a geldi. Athenagoras OSS’ye başvurduğunda Yunanistan kısmen Nazi işgali altındaydı. Yazıdan anlıyoruz ki Athenagoras, Amerikan emperyalizminin yılmaz bir savunucusu ve ABD’nin militarist dış politikasını her açıdan destekleyen bir din adamı.

    Yazıda, İstanbul’daki ABD Konsolosu’nun Athenagoras’la 1951’de yaptığı konuşma da şöyle aktarılıyor: “Her zamanki gibi, Amerika Birleşik Devletleri’nin Tanrı tarafından kendisine verilen, tüm insanlara özgürlük, refah ve mutluluk dağıtma misyonunu yerine getirmek için birkaç yüzyıl boyunca Yakın Doğu’da kalması gerektiğine olan inancından uzun uzun bahsetti…”

    Makalenin yazarı Davis bu bilgileri Rus propagandacılardan değil Matthew Namee adlı bir Ortodoks tarihçinin Boston’daki Yunan ilahiyat okulu Holy Cross Hellenic College’da yaptığı konuşmadan aldığının bilgisini veriyor. “Çünkü” diyor Davis, “Rum Ortodokslar Amerikan derin devletiyle olan ilişkilerinden oldukça gurur duymaktadırlar.”

     

    ABD’nin ve CIA’nın kanatları altına giren Athenagoras artık sadece bir Amerikalı değildi. Aynı zamanda liberal Ortodoksların yakından izlediği Renovasyonizm (Bolşevik devrimi sonrası yenilenen Ortodoks Kilisesi) uzmanı olarak da tanınan biriydi.

    Athenagoras 1964’te Kudüs’te Papa Paul VI ile görüştü; birlikte, seleflerinin 1054’te uyguladığı karşılıklı aforozları resmen kaldırdılar.

    Patrikhanesi’ni ABD’nin emperyal çıkarlarına göre yeniden kurgulamaktan çekinmeyen Athenagoras’ın bu jesti Ortodoks dünyasında öfkeye yol açtı ve Katolik Roma ile kağıt üzerinde bir birlik uğruna Ortodoks inancından ödün vermekle suçlandı.

    Makaledeki en ilginç ve bizim için önemli olan itiraf ise şu cümlelerde geçiyor… “Mevcut “Ekümenik” Patrik Bartholomeos, Athenagoras’la aynı kumaştandır. Papa Francis’e çok yakın; ikisi kitlesel göç ve çevre aktivizmi konusunda ortak bir tutkuya sahip. Ayrıca Athenagoras gibi Bartholomeos da ABD hükümetiyle yakın bir ilişki içindedir. Bu, karşılıklı yarar sağladığı kanıtlanmış bir ortaklıktır. Sözde Ekümenik Patrik, Ortodoksluğun ruhani lideridir. Türkiye’de yalnızca birkaç bin Ortodoks Hıristiyan üzerinde doğrudan yargı yetkisine sahip olsa da Bartholomeos Yunanistan Kilisesi, Kıbrıs Kilisesi ve Amerikan metropolleri veya piskoposluklarının ruhani lideri konumundadır…”

     

    Fener Rum Patriği’ni ABD için önemli kılan sadece bu tarihsel, dinsel ve teo-jeopolitik nitelikleri değil. Şu sıralar Ukrayna’da Rusya ile Batı arasında amansız bir savaş veriliyor ve bu savaşta kiliseler de çok önemli birer ‘askeri’ güç olarak kullanılıyor.

    Çünkü dünya çapındaki Ortodoks Hıristiyanların büyük bir çoğunluğu Fener Rum Patrikhanesi yerine Rus Ortodoks geleneğine mensup. Bu nedenle Moskova Patrikhanesi ile ‘Konstantinopolis Patrikhanesi’ arasında büyük bir rekabet söz konusu.

    Makalede de ifade edildiği üzere, “Her ne kadar öyle olmak istese de Bartholomeos Ortodoksluğun “Papası” değil.”

    Ancak Amerikan derin devleti Rusya’ya karşı sadece Avrupalı müttefiklerini bir araya getirerek, onları askeri ve ekonomik cephede birleştirerek savaş vermiyor. ABD yönetimi Ortodoks Hristiyanları da Fener Rum Patrikhanesi üzerinden Rusya’ya karşı aynı cephede birleştirmeye çalışıyor. Bartholomoeos’a her tür imkanı sunmaktan çekinmeyen Amerikan devleti, “Ekümenik” diye nitelediği Bartholomeos’un çeşitli Rum Ortodoks kiliseleri üzerindeki sert gücünü pekiştirmek için son yıllarda inanılmaz bir gayret sarf ediyor. Bu çabanın en verimli olduğu yer ise ABD.

    Yazıda da belirtildiği üzere 2014 yılında, Amerika’nın şu anki Başpiskoposu ve Bartholomeos’un varisi olan Elpidophoros Lambriniadis, “Eşit Olmayan İlk” adlı kısa bir makale yayınladı. Makale başlığı, “primus inter pares” veya “eşitler arasında birinci” deyimine atıfta bulunan bir kelime oyununa dayanıyordu.

    Bu unvan başlangıçta Roma Papası’na atıf yapıyordu, ancak 1054’teki Büyük Bölünme’nin ardından Ortodokslar tarafından ‘Konstantinopolis Patrikliği’ne devredildi.

    Ana hedefi ‘Yunan Papalığı’ doktrinini desteklemeye dayanan ABD bu nedenle “Ekümenik” iddiasındaki Fener Rum Patrikhane’nin küresel Ortodoksluk içindeki konumunun güçlendirilmesiyle iki amacına ulaşmayı planlıyor.

    Birincisi, İstanbul’un rakibi Moskova Patrikhanesi’nin etkisini azaltmak. Makalede de vurgulandığı üzere Washington, Rus Ortodoksluğunu Kremlin propagandasının bir aracı ve dolayısıyla karşı istihbarat operasyonları için meşru bir hedef olarak görüyor. İkinci olarak da reform yanlısı “Ekümenik” Patrikler, ABD’nin emperyal amaçlarla devreye soktuğu sözde liberal ve demokratik değerlerini dünya çapında yayma kampanyasının istekli taşeronları olarak görev yürütüyor.

    Örneğin ABD devletinin politik çizgisiyle aynı yerde saf alan Bartholomeos’un Rusya’ya savaş açan Ukrayna Ortodoks Kilisesi’ne (OCU) destek vermesi Beyaz Saray’da memnuniyetle karşılanmıştı. Fener Rum Patriği Bartholomeos, Ukrayna Ortodoks Kilisesi’ne “otosefali” (Ortodokslukta kendilerine ait bir baş tarafından yönetilen Ortodoks kiliselerine verilen ad) kazandıran kararnameyi Ocak 2019’da imzalamıştı. O dönem ABD Başkan Yardımcısı olan Joe Biden, bu kararı alkışlamıştı.

    2019’da Ukrayna Ortodoks Kilisesi’ne bağımsızlık kazandıran kararnameyi İstanbul’da imzalayarak okları üzerine çeken Patrik Bartholomeos, Mart 2023’te de Ukrayna savaşının en hararetlendiği dönemde Rus Ortodoks Kilisesi’nin Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinde ve işgal sırasında ortaya çıkan savaş suçlarından Moskova kadar sorumlu olduğunu söyledi. Bartholomoeos, Litvanya Parlamentosu’nda düzenlenen konferansta, Rus yetkililerin Rus Ortodoks Kilisesi’ni “stratejik hedefleri için bir araç” olarak kullandıklarını iddia ederek, “Rusya’da hükümet ve kilise Ukrayna’ya saldırmak için işbirliği yaptı, Ukraynalı çocukların kaçırılması gibi savaş suçlarının sorumluluğunu paylaştı” çıkışında bulunmuştu.

    Fener Rum Patrikhanesi ile ABD devletinin politikaları görüldüğü üzere sadece dini konularda değil siyasi konularda da büyük bir paralellik arz ediyor. ABD’nin nihai hedefi Yunan Ortodoksluğunu liberalleştirmek ve Rus Ortodoksluğuna karşı koymak amacıyla Bartholomeos ve halefi Elpidophoros’u “Yunan Papaları” olarak dünyaya kabul ettirmektir.

    Bu hedef için ABD’nin her tür fırsatı eskiden olduğu gibi bundan sonra da kullandığını ve kullanacağını biliyoruz. Türkiye Cumhuriyeti’nin yasalarına tabi olan bir kurumun tarihi ve dini aidiyetleriyle geleceğe dönük politik hedefleri kuşku yok ki devletimiz tarafından yakından biliniyordur. Beklentimiz içeride ve dışarıda ülkemize sadece teo-politik değil jeo-politik avantajlar da sağlayacak konumdaki Fener Rum Patrikhanesi’nin ABD gibi dış aktörlerin çıkarlarını savunan İstanbul’daki bir temsilcisi olmaktan kurtarılması ve bizim milli ve tarihi nüfuz sahamıza yeniden dâhil edilebilmesidir.

    Yunanistan ile açılan yeni sayfa kuşku yok ki ABD ve onun İstanbul’daki kadim temsilcisi konumundaki Fener Rum Patrikhanesi’ni de şu veya bu şekilde kapsayacak görünüyor. Zira gelişmeler buna işaret ediyor. Umarız bu kritik adımlar ülkemiz ve milletimizin hayrına olur, aleyhine olmaz.

    Devamını Oku

    Ailenin Ölümü… Aile Sonrası Çağa Giriş…

    Ailenin Ölümü… Aile Sonrası Çağa Giriş…
    0

    BEĞENDİM

    Bercan TUTAR – 10 Mayıs 2024

     

    Ailenin ölümü… Aile sonrası çağa giriş…

    Daha fazla robot ve daha verimli bir dünyanın bedeli daha az insan ve daha az çocuk olacak… Buna değer mi?

     

    Çok değil daha on yıl önce ülkemiz ve dünyada bir nüfus sorunu yoktu. Olsa da bu bir aile krizi şekline bürünmemişti henüz. Ancak şimdi Türkiye başta olmak üzere hemen her ülkede daha doğrusu küresel çapta bir nüfus artışında azalma ve aile bağlarından bireyciliğe doğru tarihi bir geçiş yaşıyoruz. Bir bakıma bütün dünya aile sonrası çağa giriş yapıyor.

    Özellikle nüfus fazlalığının kaçınılmaz görüldüğü 1960’lı yıllarda böyle bir demografik kriz düşünülemezdi . Hatta Paul Ehrlich, 1968 tarihli Nüfus Bombası adlı kitabında, dünyadaki insan sayısının sürdürülemez seviyelere fırlayacağını ve bunun küresel kıtlığa yol açacağını öngörüyordu. Ancak Ehrlich’in öngördüğü felaket gerçekleşmedi. Hatta trend tam tersine dönmeye başladı.

    2023 yılının küresel nüfus artışı 1950’den bu yana görülen en düşük artış oldu. İnsanların kendi kendilerini yetiştirmesi bir yana, bugün dünya insanlarının neredeyse yarısı doğurganlık oranlarının yenilenme seviyesinin çok altında olduğu ülkelerde yaşıyor.

    Hem demografik hem de aile krizi yaşayan ülkelerden biri de Türkiye. Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK), 2023 yılının Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi (ADNKS) sonuçlarına göre 31 Aralık 2023 itibarıyla Türkiye’nin nüfusu bir önceki yıla göre 92 bin 824 kişi artarak, 85 milyon 372 bin 377 kişi oldu. Toplam nüfusun yüzde 50,1’ini erkekler, yüzde 49,9’unu ise kadınlar oluşturuyor.

    Bu tabloya göre 2007 yılından bu yana en düşük nüfus kayıt hızı kaydedildi. 2021’de binde 12,7 ve 2022’de binde 7,1 olarak ölçülen nüfus artış hızı, 2023’te binde 1,1’e geriledi.

    Türkiye’de evlilik sayısı da düşüşte. TÜİK verileri, Türkiye’de evlilikler boyunca 2023 yılında 565 bin 435’e düştüğünü ortaya koydu. Boşanmaların üçte biri ilk beş yılda görüldü. Son 20 yılda evlilik oranı düştü, boşanmaların sayısı arttı.

    Türkiye’de 2004’te 615 bin 557 olan evlenen çift sayısı, 2023’te 565 bin 435’e geriledi. Boşananların sayısının yüzde 89 arttığı son 20 yılda; 11 milyon 800 bin 266 çift evlendi, 2 milyon 559 bin 910 çift yollarını ayırdı. 2004-2023 yıllarını kapsayan süreçte 1000 nüfus başına düşen evlenme sayısını ifade eden ‘kaba evlenme hızı’ yüzde 37 düştü, ‘kaba boşanma hızı’ yüzde 49 arttı. Kaba evlenme hızı 2004’te yüzde 9,10’dan 2023’te yüzde 6,63’e geriledi, kaba boşanma hızı ise yüzde 1,35’ten yüzde 2,01’e yükseldi. 91 bin 22 olan boşanma sayısı da 171 bin 881’e yükseldi.

    Ülkemiz için bir diğer risk de Türkiye’nin yaşlı nüfus oranının artık ilk kez çift hanelere ulaşmasıdır. Türkiye’de yaşlı nüfusun toplam nüfus içindeki oranı, 2023’te yüzde 10,2’ye çıkarak Cumhuriyet tarihinde ilk kez çift haneyi gördü. 65 yaş ve üzeri nüfus, 2023’te 8 milyon 722 bin 806 kişi oldu. Geçen yıl yaşlı nüfusunun 3 milyon 880 bin 356’sının erkek, 4 milyon 842 bin 450’sinin kadın olduğu görüldü. Yaşlı nüfus artarken çocuk nüfusu da haliyle azalıyor. TÜİK’in 2023 yıl sonu verilerine göre nüfusun 22 milyon 206 bin 34’ünü çocuklar oluşturuyor. Çocuk nüfusun yüzde 51,3’ünü erkek çocuklar, yüzde 48,7’sini kız çocuklar oluşturdu. Çocuk nüfusu ülkemizde 1970 yılında toplam nüfusun yüzde 48,5’ini oluştururken bu oran 1990 yılında yüzde 41,8 ve 2023 yılında yüzde 26,0 oldu.

    Benzer bir demografik ve aile krizi ABD gibi göçmen uluslarda dahi yaşanıyor. ABD Nüfus Sayımı daha geçenlerde Amerikan tarihindeki en düşük doğum oranını açıkladı. BM’ye göre 2100 yılına gelindiğinde küresel çapta demografik büyüme hızı neredeyse durmuş olacak. Vebanın lanetlediği Orta Çağ döneminden bu yana görülmemiş demografik kriz dönemine giriyoruz.

    Burada en büyük sorun ailelerin küresel ölçekteki çöküşüdür. ABD’de 18 yaşın altındakilerin yaşadığı hanelerin sayısı 1970’de yüzde 56’dan 2020’de yüzde 40’a düştü. Ve 2020’de ABD’deki tüm hanelerin dörtte birinden fazlası tek kişilik hanelerdi. Benzer şekilde İngiltere’de de 30 yaşın altındaki kadınlarda hem doğum hem evlilik oranları tüm zamanların en düşük seviyesine ulaştı. Çoğu Batı ülkesindeki bu tablo Türkiye’de, Japonya’da, Çin’de ve Güneydoğu Asya’nın çoğu ülkesinde de aynı.

    Demografik durgunluğun aile bağlarının zayıflamasının doğal bir sonucu olduğu söylenebilir. Batı’da genç nesillerin evlilik ve çocuklardan uzak durması şaşırtıcı olmasa gerek. Cinsiyet karmaşasının olduğu ve kadın-erkek ilişkilerinin bozulduğu bir çağda yaşıyoruz. Gallup, bugün Z kuşağındaki kadınların yüzde 28’inden fazlasının kendilerini LGBT olarak tanımladığını belirtiyor. Bu kişilerin çoğunluğu kendilerini tam anlamıyla lezbiyen olmaktan ziyade biseksüel olarak tanımlıyor. Bu kesimler geleneksel heteroseksüel ilişkileri açıkça ‘baskıcı’ olarak tanımlamasa bu ilişkiyi modası geçmiş olarak reddetmeleri, küresel çaptaki artan eğilimin bir yansımasıdır.

    Bu kuşaklar onlarca yıldır devam eden bir kültür savaşının ürünleridir. Bir zamanlar gençlere evlenmeleri ve çocuk sahibi olmaları yönünde baskı yapılırken, artık bekârlık geniş çapta normal karşılanıyor. Üniversite kampüsleri bazı genç kadınlar üzerinde özellikle radikalleştirici bir etki yaratıyor. Elbette yeşil ideoloji burada başıboş dolaşıyor ama ‘queer çalışmaları’ gibi konularda da bir patlama var. Bu programlarda öğretilen içeriğin büyük bir kısmı, ‘çekirdek ailenin’ yerine kolektif çocuk yetiştirmenin bir biçimini koyma gündemi var. Örneğin önde gelen feminist Sophie Lewis, geleneksel ailenin yerine ‘tam taşıyıcı anneliği’ savunuyor.

    Black Lives Matter hareketi bile başlangıçta çekirdek aileye karşıtlığını temel platformunun bir parçası haline getirdi. Akademik destekçileri genellikle evliliği beyaz üstünlüğünün bir aracı olarak görüyor.

    Ancak nüfus azalmasının nedeni tamamen uyanık siyasete yüklenemez. Asya’da bir zamanlar baskın bir güç olan aile geleneği burada da etkisini kaybetmiş durumda. Bugün Çin’de, 20 ila 40 yaşları arasındaki 58 milyon bekar kişi de dahil olmak üzere 200 milyon bekar yetişkin bulunuyor. Çin’de yalnız yaşayan insanların oranı bir zamanlar neredeyse hayal bile edilemeyecek olan yüzde 15’e yükseldi.

    Evlilik ve çocuk doğurma oranlarındaki bu düşüşten endişe duyan Çin Komünist Partisi, genç Çinli erkekleri ‘erkeksi davranmaya’ teşvik etmeye çalışıyor ve üreme için teşvikler sağlıyor. Ancak Batılı gençler gibi Çinli gençler de giderek artan bir şekilde ‘kendileri için yaşamayı’ hayatlarını yönlendiren temel prensip olarak benimsemeyi tercih ediyor. Çinli gençler evlilik ve doğumun kendileri için neredeyse hayatın stresiyle eşanlamlı hale geldiğini’ belirtiyor.

    Hem Doğu’da hem de Batı’da gençler ‘cinsiyet durgunluğu’ olarak tanımlanan bir krizin pençesinde. ABD’de cinsel açıdan aktif kişilerin payı 30 yılın en düşük seviyesinde bulunuyor. 2019’da genç Amerikalı erkeklerin yaklaşık yüzde 30’u, geçen yıl hiç seks yapmadıklarını bildirirken, genç kadınların yaklaşık yüzde 20’si bu oranlara ulaştı. Modern Asya demografisinin habercisi olan Japonya’da, erkek ve kadınların kabaca üçte biri otuzlu yaşlarına bakire olarak giriyor.

    Elbette aşırı nüfus artık bir tehdit olarak görünmüyor. Ancak John Maynard Keynes’in kehanet niteliğinde uyardığı gibi bir şeytanı zincire vurmak, eğer dikkatsiz olursak, yalnızca daha şiddetli ve daha inatçı bir başkasını kaybetmemize neden olabilir… Gittikçe çocuksuz kalan bir dünya, kesinlikle bir dizi başka sorunu da beraberinde getirecektir.

    Başlangıç olarak, yaşlanan nüfusa sahip toplumlar çok daha az üretken olacak. Çin’de çalışma çağındaki nüfus (15 ila 64 yaş arası) 2011’de zirveye ulaştı. 2050 yılına kadar yüzde 23 oranında düşeceği tahmin ediliyor. O zamana kadar Çin’deki yaşlı nüfusun iki katına çıkması ve en fazla nüfusa sahip ülkelerden birini oluşturması bekleniyor. 2100 yılına gelindiğinde Çin nüfusunun neredeyse yarısı 60 yaşın üzerinde olacak; bu oran ABD’den veya Avrupa’nın büyük bir kısmından çok daha yüksek.

    Ancak bu sadece Çin ile sınırlı değil. Bir bütün olarak OECD için 65 yaş ve üzeri kişilerin 20 ile 64 yaş arasındakilere oranı şu anki yüzde 22 olan rakamdan 2050 yılında yüzde 46’ya çıkacak.

    Türkiye gibi ABD ve diğer Batılı ülkelerin çoğu halihazırda büyük bir kamu emeklilik kriziyle karşı karşıya. Örneğin Amerikalılara refah sağlayan sosyal güvenlik rezerv fonları 2034 yılına kadar tükenecek. Daralan istihdam tabanı ve yaşlıların artan talepleri ile başa çıkmak için ABD, Almanya gibi vergi artışına başvuran ülkelerin izinden gitmek zorunda kalacak.

    Aynı zamanda insanlar artık devlete her zamankinden daha fazla güveniyor. Hem dini kurumlar hem de aile geriledikçe, Avrupa’da olduğu gibi insanların aileye ve topluluğa daha az bağımlı bir dünyaya giriyoruz . Bunun yerine, kritik hizmetleri sağlamak için kişisel olmayan devlet kurumlarına bakıyorlar. Daha serbest piyasa odaklı ABD’de bile, evli olmayan ilericiler sıklıkla kira sübvansiyonları veya doğrudan nakit transferleri için baskı yapıyor.

    Daha fazla devlet refahı ve bunu destekleyen yerli işgücünün giderek azalmasıyla, nüfus azalması doğal olarak daha fazla göçmen işçiyi gerekli kılıyor. Gelişmekte olan dünyadan gelişmiş dünyaya 2050 yılına kadar yıllık ortalama 2,2 milyon olması beklenen bir göç, büyük ekonomilerin işleyişini sürdürmesine izin verse de mevcut toplumsal düzeni tehdit ediyor. Birçok gelişmiş ülke, bu kitlesel insan akınını kolaylaştırmak için sınırlarını gevşetti. Her ne kadar Asya ülkeleri, özellikle fabrikalarda ve çiftliklerde büyük işgücü açığıyla karşı karşıya kalsalar da kitlesel göçe Batılı ülkeler gibi hazırlıklı değiller.

    Batı’da ve Türkiye gibi ülkelerdeki kitlesel göç, sıradan insanlar arasında şiddetli bir muhalefete yol açıyor.. Aralarında Avusturya, Fransa, Hollanda, İsveç, İtalya ve Almanya’nın da bulunduğu pek çok ülkede aşırı sağcı veya solcu popülist hareketlerin beslenmesine yardımcı oldu. Popülist partilere verilen desteğin büyük kısmı, ani kültürel aksaklıklardan ve yeni gelenleri barındırmak için yapılan kamu harcamalarından rahatsız olan çalışan kesimden ve alt-orta sınıflardan geliyor.

    Uzun süredir göçmenlere bağımlı olan ABD’de de tutumlar sertleşti. Mevcut demografik çöküş ve bunun siyasi geri tepmesi konusunda ne yapılabilir? Bazıları kurtuluşu, çocuk yetiştirme yükünün çoğunu ailelerden devlete bırakan ‘Kuzey tarzı’nı benimsemekle görüyor. Ancak İskandinavya ve Kanada başta olmak üzere bu yaklaşımı benimseyen pek çok ülke dahi yenilenme seviyesinin çok altındaki doğurganlık oranlarıyla mücadele etmeye devam ediyor.

    Geçim sıkıntısı, yüksek konut maliyetleri, öğrenci borçları ve kariyer talepleri gibi ekonomik ve sosyal sorunlar dünyada doğum oranlarını düşürüyor.

    Elbette ailenin dirilişi sadece ekonomik bir mesele değil, aynı zamanda medeniyet meselesidir. Eric Kaufmann’ın “Shall the Religious Inherit the Earth?/Dünya Dindarlara mı Miras Kalacak?” kitabında açıkladığı gibi, laik insanlar veya ilerici inançların mensupları, Evanjelik Hıristiyanlar, Ortodoks Yahudiler ve mütedeyyin Müslümanlara göre daha az çocuk sahibi.

    Açıkçası laik insanların da ailelere ihtiyacı var. Bunun yolu da hem psikolojik sağlığı hem de ekonomik başarıyı iyileştirmeden geçiyor. Yani aile kurmayı yeniden tesis etme yönünde güçlü bir motivasyon oluşturulabilir. Fakat bunun için kültürel ve sosyal tutumların değişmesi gerekiyor. Uzmanların dediği gibi yeniden insanların çalışmaktan ve çocuk yetiştirmekten keyif aldığı bir toplum inşa edilmeli. Bunun gerçekleşebilmesi için aileyi ve çocukları bir kez daha pozitif değerler olarak kabul etmemiz gerekiyor. Bu, özellikle yüksek eğitimli kişiler arasında nadir görülen bir görüştür.

    Joel Kotkin’in de vurguladığı gibi daha az insanın ve daha fazla robotun olduğu bir dünya, daha yeşil ve belki de daha ‘verimli’ bir toplum olabilir. Ancak bunun bedeli, insanları verimsiz makinelerden başka bir şey haline getiren romantizm, evlilik, çocuklar gibi birçok şeye mal olacak. Bunun gerçekten ödemeye değer bir bedel olup olmadığını kendimize sormalıyız.

    Devamını Oku

    Küresel intifada

    Küresel intifada
    0

    BEĞENDİM

    Bercan TUTAR – 07 Mayıs 2024

     

    Küresel intifada

    Batılı küresel statükonun inşa ettiği duvarlardan herkes birer tuğla çekiyor

     

    Filistinlileşen dünya ile Siyonistleşen dünya arasındaki amansız savaş daha da şiddetlenerek devam edecek. Hayatın hemen her alanında bu iki cepheyi temsil eden insanlar karşı karşıya. Sanat, akademi, siyaset, spor, moda, sağlık ve ekonomi gibi hemen her sektördeki vicdanlı ve ahlaklı insanlar Gazze’deki barbar soykırıma karşı çıkıyor. Hemen her gün dünyanın birçok ülkesinde milyonlarca insan sokak ve meydanlara akarak İsrail ve destekçisi Batılı siyasilerin 7 aydır Gazze’deki masum çocuk ve kadınları vahşice katletmesini lanetliyor. Son olarak Batı ülkelerindeki üniversiteler de bu savaşa dâhil oldu. ABD’de başlayan kampüs isyanı Avrupa ülkelerindeki üniversiteleri de sardı. Gazze’deki direniş iradesi ile birleşen küresel vicdanın başkaldırısı daha şimdiden soykırımcı Siyonistlerin ve Batılı destekçisi Siyonazilerin kimyasını alt üst etmiş durumda. Aslında dünyanın dört bir yanında küresel çapta bir ‘İntifada devrimi’ yaşanıyor. Batılı küresel statükonun inşa ettiği duvarlardan herkes birer tuğla çekiyor. Böyle devam ederse sadece İsrail’i koruyan duvarlar değil Batılı emperyalist sistemin duvarları da büyük bir gürültüyle devrilecek.

    Batılı uzmanların da işaret ettiği gibi İsrail soykırımına koşulsuz destek veren Avrupa ve ABD’li siyasi sınıflar bir tek dünyanın geri kalanını değil kendi ülkelerini ve halklarını da kurumsal ve sosyo-ekonomik krizlere sürüklüyor.

    Kurumsal krizlerin en büyük göstergesi de üniversitelerde başlayan isyandır. Çünkü bu isyanlar hem Batılı hükümetlerin işleyiş biçimini sarsacak hem de geleceğin teknoloji uzmanlarının, yatırımcılarının ve siyasi sınıflarının kaynağını oluşturan üniversitelerin yaslandığı temelleri alt üst edecektir.

    Çünkü üniversitelerdeki krizde öğrenciler sadece psikopat Batılı siyasi liderlerin Gazze soykırımına verdiği ahlaksız desteği eleştirmiyor. Aynı zamanda hem finansal hem de ideolojik açıdan Batılı devletler için artık sürdürülemez hale gelen ve bir çöküşü simgeleyen üniversitelerdeki eğitim sistemini de hedef alıyor.

    Zira artık mali açıdan karşılanamaz bir ekonomik yüke dönüşen üniversite eğitimi ideolojik açıdan da iflas ediyor. Üniversitelerde Gazze’deki protestolara karşı devreye sokulan polis şiddetinin de gösterdiği gibi bilimin ve insanlığın yerini artık soykırımcı değerleri savunan bir anlayış egemen konumda.

    Filistin yanlısı öğrenci protestoları dalgasını polis şiddeti ile bastıramayan İsrail yanlısı Batılı zengin Siyonaziler, şimdi de üniversitelere yaptıkları yardımları kesmekle yani rektörleri, öğrenci ve öğretim görevlilerini ekonomik şiddetle de tehdit ediyor.

    Üniversiteler aslında bazı Batılı filozofların da sık sık dile getirdiği gibi insanların ‘buluşabileceği ama anlaşamayabileceği de’ bir ortak alanı temsil eder. Bu bağlamda üniversitenin varlık nedeni ifade özgürlüğüdür. Bunun özü de her tür fikrin tartışılabilir olmasıdır. Bu bir akademik ve ahlaki zorunluluktur.

    Ancak düşünce özgürlüğünde dünyanın en ateşli havarisi kesilen ABD, üniversitelerdeki protestoları kaba güçle bastırıyor. Soykırıma karşı çıkan öğrencileri okuldan atmakla, rektör ve öğretim üyelerini görevlerinden uzaklaştırmakla, hapse atmakla, işsiz ve aç bırakmakla tehdit ediyor.

    Bu çerçeveden bakınca Gazze’deki direniş ve küresel vicdanın Batı’nın ikiyüzlülüğünü bütün çıplaklığıyla deşifre ettiğini görüyoruz. İsrail’e en büyük ve sorgusuz desteği veren Almanya’da bile öğrenciler isyan ediyor. Berlin’deki Hür Üniversitesi’nde çadır kuran öğrenciler ‘Sömürgecilik bir metafor değildir!’, ‘Biz Binleriz, milyonlarız, hepimiz Filistinliyiz!’, ‘Utan Almanya!’ ve ‘İsrail bir terör devletidir!’ pankartları açarak direnişe geçti.

    Bu gelişmeler Batı için beklenmeyen ve ezber bozan olayladır.

    Batılı emperyalistler üniversitelerdeki ve sokaklardaki isyanı istediği kadar ‘uluyan kalabalıklar’ diye aşağılasın. Onlar kelimelerle bir savaşın kazanılamayacağın düşünüyor. Oysa çok fena yanılıyorlar. Çünkü iktidar önce dilde kurulur. Filistinlileşen dünya belki emperyalistleri silahla durduramıyor şimdi. Fakat onların dilde kurduğu sahte dünyayı kelimelerle yıkmaya başladılar. Kelimeleri yıkılan ve manipülatif ideolojilerinin foyası ortaya çıkan soykırımcı Batılı sistemin kendisi de er veya geç yıkılacaktır. Bu bağlamda küresel İntifada karşısında savunmaya geçen; özgürlük, adalet, eşitlik ve insan hakları gibi değerlere dayalı bütün felsefi paradigmalarının ne kadar sahte ve iki yüzlü olduğu deşifre olan Batılı hokkabazların kurduğu emperyal dünya temellerinden sarsılıyor. Bu nedenle vahşete ve soykırıma dayalı küresel sistemin yıkılması artık bir ihtimal değil bir zaman meselesidir. Az kaldı…

    Devamını Oku

    ABD Kampüslerini Kavuran İsyan…

    ABD Kampüslerini Kavuran İsyan…
    0

    BEĞENDİM

    Bercan TUTAR – 03 Mayıs 2024

     

    ABD kampüslerini kavuran isyan…

    Nesillerin bir uyanışına mı dönüşecek yoksa geçici bir heves olarak mı kalacak?

     

    Her ne kadar ABD Başkanı Joe Biden, “kampüslerdeki isyan bizim İsrail politikamızı değiştirmeyecek” dese de öyle görünüyor ki üniversitelerde başlayan protestolar sadece Amerikan dış politikasını değil iç siyasetini de köklü bir şekilde alt üst edebilir.

    Zira ABD’de üniversite kampüslerini kasıp kavuran İsrail karşıtı protestolara karşı Amerikan yönetiminin yaptığı okuma hayli sorunlu. Onlar bu gösterileri Amerikan solunun tetiklediğine ve sağ kesimin bu protestolara destek vermediğine inanıyor. Sol yapınca kaos ve anarşi, sağ yapınca da demokrasiye tehdit olarak yorumlanıyor gösteriler.

    Bugün Columbia ve diğer kampüslerdeki protestolar 1968’i ve Vietnam savaşına karşı muhalefeti hatırlatıyor. Ayrıca gösterilere tıpkı bazı cesur öğretim görevlileri gibi Kongre, Beyaz Saray, mahkemeler veya diğer resmi kurumlardaki kişiler de destek veriyor. Hatta bazıları kamp alanlarına ve barikatlara kadar gidip bizzat polis şiddetine karşı direniyor. Fakat en anlamlı dayanışma örneği işçilerden ve normal sivil halktan gelenlerdi.

    Beyaz Saray’daki siyasi sınıf, kampüsteki patlamaların sadece ABD’nin Ortadoğu’daki politikasını hedef aldığı yanılgısı içinde. Protestolar, İsrail’in Gazze’deki vahşi soykırımını ve buna destek verenleri hedef alıyor. Fakat protestolar aynı zamanda ABD’nin ideolojik bölünmelerini ve yeni siyasi akımlarını da açığa çıkaran bir işlev görüyor. Eğer protestolar devam ederse, 5 Kasım’daki seçimler öncesinde Amerikan halkındaki siyasi yabancılaşma daha da kızışabilir.

    Kampüslerde öğrenciler ABD Temsilciler Meclisi’nin kabul ettiği yeni yasa tasarısında ‘antisemitik suç’ kapsamına aldığı “Nehirden Denize, Filistin özgür olacak” sloganlarını atıyor.

    Ülke çapındaki protestolar, genç ve ilerici Amerikalıların Filistin davasını daha önce hiç olmadığı kadar benimsemesiyle tarihi bir kırılmanın yaşanabileceğinin işaretini veriyor. Gösteriler sadece İsrail’e yönelik iki partili köklü desteğe meydan okumakla kalmıyor İsrail’den daha fazla Yahudi’nin yaşadığı ABD’deki Yahudileri de travmatize ediyor.

    Bu bağlamda Gazze’deki soykırım katliamlarına verilen desteğin kırılgan seçim koalisyonunda derin çatlaklar yaratması, yeniden seçilmek isteyen Biden için büyük bir engele işaret ediyor.

    Biden ‘İsrail politikamız değişmeyecek’ dese de protestoların yol açtığı muhalif siyasi atmosferin baskısıyla daha şimdiden İsrail’e verdiği koşulsuz destekte bazı ayarlamalara gitmek zorunda kaldı. Örneğin Gazze Kasabı Netanyahu’nun bütün ısrarlarına ve provokasyonlarına rağmen Biden yönetimi İsrail’in Refah’a kara operasyonu düzenlemesine hala yeşil ışık yakmadı. Biden, Refah’taki yeni katliamların ABD’de daha yoğun protestoları alevlendireceğini biliyor.

    ABD’nin ulusal çıkarları gereği İsrail’e her tür desteği veren Biden için protestoların yayılmasının siyasi sonuçları yıkıcı olacaktır. Çünkü böyle bir manzara Biden’ın ülkenin kontrolünü kaybettiği anlamına gelecektir. Rakibi Donald Trump’a avantaj sağlayacak böylesi bir manzara kuşkusuz sandık sonuçlarını doğrudan etkileyecektir.

    30 Nisan’da FOX TV’ye konuşan Trump, “Şu anda ülkemizi saran antisemitizmi durdurmamız gerekiyor ve Biden’ın da bir şeyler yapması gerekiyor” diyerek ülkenin kargaşa içinde olduğunu ve yönetilemediğinin altını çizmeye çalıştı. 22016’daki kampanyasında Yahudi karşıtı kinayeler kullanmakla ve Beyaz ırkın üstünlüğünü savunan ve aşırı sağcı gruplara göz kırpmakla suçlanan Trump, “Biden’ın ülkemizin sesi olması gerekiyor ama ne var ki kesinlikle pek de geçerli bir ses değil” dedi.

    ABD’deki gösteriler aynı zamanda eğitim konusunda yoğunlaşan kültürel savaşta yeni bir cepheye de işaret ediyor. Uzun zamandır seçkin üniversiteleri ezmeyi seven Cumhuriyetçiler, bu protestoları popülist bir fırsat ve açılım olarak görüyorlar. Bazı rektörlerin ABD’deki siyasi statükoyu sorgulayan çıkışları da Amerikan rejimi tarafından endişeyle izleniyor.

    Çünkü şu anki göstericiler, 2020’lerin ortalarındaki öğrenci radikalleri veya siyasi acemiler değil. Liselerde kitlesel silahlı saldırı korkusuna katlanan, hayatları Kovid-19 salgını nedeniyle kapanan ve Black Lives Matter döneminde greve giden bir nesilden geliyorlar.

    Öğrenci odaklı Filistin yanlısı protestoların, 81 yaşındaki Beyaz bir adamın başkanlık için 77 yaşındaki bir Beyaz adamla karşı karşıya geldiği bir yılda gerçekleşmesi de tesadüf olmayabilir. Ne Trump ne de Biden, John Kennedy veya Barack Obama gibi genç seçmenlerin ilgisini çekemiyor.

    Aynı zamanda, bazı öğrenci protestolarının boyutu hedeflenen üniversitelerle karşılaştırıldığında mütevazı olduğundan, protestocuların siyasi uyanışın eşiğindeki bütün bir nesli gerçekten temsil edip etmediği de henüz net değil.

    Yine de genç seçmenlerin savaşa duyduğu öfkenin Biden’ın yeniden seçilme hedefi üzerinde derin etkileri olacak. Bir CNN anketi, ülke çapındaki kayıtlı seçmenler arasında çoğunluğun Biden’ın Gazze saldırıları karşısındaki politikasından memnuniyet duymadığını gösterdi. Semenlerin yüzde 81’i bu durumu onaylamıyor.

    Harvard Üniversitesi tarafından 18 ila 29 yaş arası gençler arasında yayınlanan daha spesifik bir anket, Gazze’ye yönelik katliamlara ilişkin daha incelikli bir bakış açısı ortaya koyuyor. Grubun yaklaşık beşte biri İsrail’in 7 Ekim saldırılarına verdiği tepkiyi haklı görürken, yüzde 32’si ise bunun haklı olmadığını düşünüyor.

    Ancak İsrail/Filistin krizinin genç seçmenler ve öğrenciler arasındaki önemi enflasyon, sağlık hizmetleri, barınma, silahlı şiddet, istihdam ve demokrasinin korunması gibi konuların çok gerisinde kalıyor. Şimdi asıl mesele, protestoların akademik yıl bitip öğrenciler evlerine döndükçe kaybolmaya mı başlayacağı yoksa seçimler arifesinde hem de ülkenin daha da kırılgan bir siyasi aşamaya geçeceği sonbaharda daha da yoğun bir şekilde yeniden alevleneceği mi?

    Bakalım bu protestoların akıbeti ne olacak? Nesillerin bir uyanışına mı dönüşecek yoksa geçici bir heves olarak mı kalacak?

    Bunun cevabı sayılabilecek bir tespiti Kansas Üniversitesi’nde tarih profesörü olan David Farber, CNN International’da şöyle yapmıştı: “Vietnam dönemi protestoları çok küçük ölçekte başladı. Genellikle marjinal insanlardı. Deli insanlar olarak görmezden geliniyorlardı, ancak zamanla savaş karşıtı hareket alev aldı ve öğrenciler bunda önemli bir rol oynadı. Ve sonunda ABD kamuoyunda durum Vietnam’daki savaşın aleyhine döndü…”

    Devamını Oku

    Gazze Direnişi, İsrail ve Batı’nın Sömürge Sistemini Temellerinden Sarsıyor

    Gazze Direnişi, İsrail ve Batı’nın Sömürge Sistemini Temellerinden Sarsıyor
    0

    BEĞENDİM

    Bercan TUTAR – 30 Nisan 2024

     

    Filistin her yerde…
    Her yer artık Filistin…

    Bugün Gazze’de yaşanan sistematik ve vahşi soykırımın benzerleri geçmişte de yaşandı. Batı dünyası geçmişte sömürgeci katliamlara verdiği desteğin aynısını bugün de sürdürüyor. Değişen bir şey yok. Mahiyet ve biçim açısından sömürgeci Batı dünyası geçmişte Cezayir’de işgalci Fransızların ve Güney Afrika’da da İngiliz ve ABD destekli ırkçı apartheid rejiminin başvurduğu vahşeti nasıl savunduysa bugün de Filistin’deki Siyonist İsrail rejiminin barbar katliamlarını aynı kültürel, tarihi, dini ve siyasi reflekslerle destekliyor.

    Cezayir’in bağımsızlık mücadelesi sırasında Fransız sömürgeci baskısının en zirve noktasında ABD ve Avrupa, Fransa’yı destekleyerek onu BM yaptırımlarından korudu ve Cezayirli savaşçıları kınadı. ABD ve Avrupalı devletler BM kararlarını açıkça ihlal etmekte bir beis görmediler.

    Aynı şekilde ABD ve Avrupalı müttefikleri Güney Afrika’daki apartheid devletini de 1960’lardan 1980’lerin sonlarına kadar uluslararası her platformda destekledi. İşgalci ve Sömürgeci Yahudi yerleşimcilerin Filistin’deki hırsızlıklarına destek veren Batılılar BM’nin Rodezya’daki (bugünkü Zimbabve) İngilizlerin beyaz üstünlükçü yerleşimci kolonilerini eleştiren BM kararlarını da tanımadı.

    1962’den başlayarak, BM Güvenlik Konseyi, Genel Kurulu ve Sömürgecilik Özel Komitesi, Britanya’yı Rodezya’daki beyaz üstünlüğünü sona erdirmeye çağırmada aktif bir rol üstlendi. Ancak İngilizler bu çağrılara kulak asmayı reddetti.

    Güvenlik Konseyi nihayet Mart 1970’te İngiltere’yi yasadışı Rodezya rejimini devirmek için güç kullanmayı reddettiği için kınayan bir kararı kabul ettiğinde, ABD ve İngiltere bunu veto etti. İngiltere Şubat 1972’de buna benzer başka bir kararı daha veto edecekti.

    Ne var ki 24 Kasım 1971’de İngiltere ve Batılı destekçileri Rodezya’nın bağımsızlığını kabul etmek zorunda kaldı. Ancak bağımsızlık anlaşmasına rağmen ABD Başkanı Richard Nixon, BM’ye açıkça meydan okuyarak Güney Afrika ve Portekiz ile birlikte Rodezya madenlerini askeri kullanım için sömürmeye devam etti.

    Benzer şekilde 1973 yılında BM Genel Kurulu da apartheid’ın insanlığa karşı suç olduğunu ilan etti. Ancak Batılı ülkeler apartheid rejimini desteklemekten, ona ekonomik yatırım yapmaktan ve ona silah sağlamaktan geri durmadı. Angola ve Mozambik’in Afrikalı devrimcilerin eline düşmesi ve Portekiz’in sömürgeci beyaz üstünlüğünün 1975’te sona ermesi, apartheid rejimi için ilk büyük uluslararası felaketi beraberinde getirdi.

    1980’de Rodezya’nın yerini Zimbabve aldığında ve Namibya’daki devrimci kurtuluş savaşı hızlandığında, Güney Afrika, Afrika çapında beyazların üstünlüğü bayrağını çekme konusunda kendisini yalnız buldu. O zamana kadar ABD ve Batı Avrupa dışında kalan tek büyük müttefiki, yerleşimci kolonisi İsrail ve Kuomintang yönetimindeki Tayvan’dı.

    Ekonomik açıdan konuşursak, 1978’de Amerikalılar Güney Afrika’nın en büyük ticaret ortağıydı; onu İngilizler, Japonlar, Batı Almanya ve diğer Avrupa ülkeleri izliyordu.

    ABD’nin Güney Afrika’daki Siyah nüfusun çektiği acılara ilgisizliği öylesine büyüktü ki, ABD büyükelçisi ve Teksaslı petrolcü John Hurd, Robben Adası’nda (Nelson Mandela ile diğer ANC ve Afrikalı liderlerin siyasi suçlu olarak hapsedildiği yer) sülün avına çıktı.

    Geçmişte Cezayir, Rodezya ve Güney Afrika’daki sömürgecileri destekleyen Batı dünyası şimdi de soykırımcı İsrail’i küstahça ve arsızca destekliyor.

    Bu açıdan Filistin ve Gazze’deki vahşete en çok benzeyen örnek Cezayir’deki sömürgeci barbarlıktır. Fransa Cezayir’i 1830’da kolonileştirdi ve yerli Cezayirlilerin topraklarını ele geçiren yüz binlerce yerleşimciyi gönderdi. Fransız sömürge ordusu ve yerleşimciler bir ırkçı-apartheid sistemi kurdular ve İkinci Dünya Savaşı’na kadar devam eden sömürge karşıtı isyanları acımasızca ve soykırımla bastırdılar.

    II. Dünya Savaşı’ndan sonra Cezayirlilerin Fransız sömürgecilerden bağımsızlık yönündeki ısrarlı talepleri, Mayıs 1945’te patlak veren gösterilerle doruğa ulaştı. Ülke çapında halk, “Kahrolsun sömürgecilik” sloganları atarak direnişe geçti.

    Fransızlar direnişi bastırmak için her tür vahşete ve soykırıma başvurdu. Örneğin binlerce Cezayirliyi Fransız bayrağı önünde diz çökmeye ve “Biz köpeğiz” sloganı atmaya zorladılar. Askerler şehit edilen Cezayirli savaşçıların parçaladıkları parmaklarından savaş ganimeti olarak yüzükler yaptı.

    Ancak Fransızlar ne yapsa da bağımsızlık ateşini söndüremedi. 1 Kasım 1954’te yeniden alevlenen ayaklanma ve peşinden gelen çatışmalar, 19 Mart 1962’de ilan edilen ateşkese kadar devam etti.
    Şunu da hatırlatmak gerekir ki Fransızların Cezayirlilere yönelik soykırımı yeni değildi. 1871 yılına gelindiğinde zaten nüfusun üçte birini öldürmüştü Fransızlar.

    1945’ten beri devam eden direniş ve çatışmalar, bağımsızlığa kadar 1.5 milyon Cezayirlinin hayatına mal oldu. Bir başka ifadeyle 10 milyonluk Cezayir halkı, nüfusunun yüzde 15’ini bağımsızlık yolunda kaybetti. 25-45 yaş arası Cezayir yetişkin nüfusunun kaybı ise yüzde 25’leri geçiyordu. Fransız sömürgeciler katliamlardan sonra cesetleri toplu mezarlara gömüyor ardından herhangi bir soruşturma yapılmasını engellemek için de cesetleri mezarlarından çıkarıp yakıyordu.

    Fakat sonunda kaybettiler. Bütün Batı’nın desteğini arkasına alan Fransa, Cezayir halkının iradesine diz çöktüremedi.

    Tıpkı Hamas’ın 7 Ekim’deki Aksa Tufanı saldırısının Filistin direnişini yeniden alevlendirmesi gibi. Bugün İsrail Batı’dan her tür desteği alarak Gazze’ye saldırıyor. Ancak ne yapsalar da Gazze’ye boyun eğdiremiyorlar. Siyonist İsrail ve Batılı destekçilerinin yok etmeye çalıştıkları Filistin şimdi dünyanın her yerinden destek buluyor. Filistin artık her yerde.

    Ayaklanan küresel vicdan Gazze’de direnen halkın iradesiyle birleşti. Bu direniş ve destek Filistin ulusal davasını daha önce hiç olmadığı kadar canlandırdı. Gazze’deki direniş Siyonistlere her tür vahşi desteği veren Batılı sömürgeci ülkeleri de sarsmaya başladı. Batılı ülkelerin sokak, meydan ve kampüslerinde başlayan isyan İsrail’in suç ortağı soykırımcılarda paniğe yol açıyor.

    Hâsılı kelam, kuşku yok ki Siyonist sömürgeciler de Batılı destekçileri de tıpkı Cezayir, Rodezya ve Güney Afrika’da olduğu gibi yine kaybedecekler. Tarihi bir hezimete uğrayacaklar.

    Devamını Oku