WOTTV E-DERGİ
DOLAR 32,2740 -0.03%
EURO 35,1316 0.06%
ALTIN 2.465,03-0,03
BITCOIN 2107399-1,01%
Ceyhun Bozkurt

Ceyhun Bozkurt

15 Mayıs 2024 Çarşamba

    Medya ve Sanatımız İşgal Altında Mı? – 3

    Medya ve Sanatımız İşgal Altında Mı? – 3
    0

    BEĞENDİM

    Ceyhun BOZKURT – 15 Mayıs 2024

     

    Son iki yazımda özellikle soğuk savaş sonrasında medya ve sanat dünyamızı işgal altına alan düşünce sistematiğini biraz incelemeye çalıştım. Ama bunun derinlerine de inmek gerekiyor. Basın ve sanat camiasının Osman Kavala ve benzerleri üzerinden nasıl kontrole alındığı meselesi çok eski ve derin bir siyasete dayanıyor.

    Bu konuyu ‘Oryantalizm’ ile başlatmak daha yerinde olur. Batılıların Doğu’yu merak etmeleri çok eskilere dayanmaktadır. Çeşitli seyyahlar gezilerini ve gözlemlerini yazmışlar, Doğu medeniyetinin gelişmişliği karşısında hayranlıkla karışık bir eziklik de hissetmişler, zamanla Doğu’nun zenginliğine sahip olmak için çeşitli yol ve yöntemleri geliştirmişler. Bu arada Oryantalizmi geliştirerek bu keşif faaliyetlerini belirli bir sistemle ve disiplinle sürdürmeye çalışmışlardır. Böylece Batı ile Doğu olarak adlandırılan iki rakip alan/dünya arasında siyasi, askeri ve iktisadi rekabet ve çatışma ortamı da oluşturmuşlardır. Oryantalizm zamanla Batılıların kendilerini ayrıştırarak bütün medeniyeti kendilerinin keşfettiği, medeni, gelişmiş toplum olmanın Batılıların koydukları kural ve düşüncelere uyularak ulaşılabileceği üzerine inşa edilmiş bu düşüncenin haricindeki bütün fikirleri dışlamışlar, dışlanmasını sağlamışlar.

    Oryantalizm üzerine en geniş araştırmayı yapan Edward Said’dir.

    Oryantalizm kısaca; Doğu ile uğraşan toplu müessesedir. Doğu hakkında hükümlerde bulunur, Doğu hakkındaki kanaatleri onayından geçirir. Doğu’yu tasvir, tedris, iskan eder, yönetir. Kısaca Oryantalizm Doğu’ya hakim olmak, onu yeniden kurmak ve onun amiri olmak için Batı’nın bulduğu bir yoldur.

    Oryantalizm, Batı’nın kendisi olmayan, yabancı ve aynı zamanda da düşman bir toplumu araştırmasıdır.

    Oryantalizmin Doğu’ya dair imgeleri, tasvirleri ve temsilleri hatırlandığında Batı ve Doğu arasındaki güç dengelerine bakıldığında, tarih boyunca Batı dünyasının daha geri ve zayıf bir pozisyonda olduğu görülür. Özellikle de Müslümanlara yönelik olumsuz imgeler. Bunlar Müslüman dünya karşısında acziyet içerisinde olan, kendilerini bu güç karşısında koruma kaygısının ve egemenliği altında bulundurduğu insanları bu güce karşı mobilize etme arzusunun işaretleridir. Avrupa’nın genel olarak Doğu karşısında dengelerini değiştirecek bir pozisyona gelmeleri dünya tarihi dikkate alındığında oldukça tazedir.

    1640 ve 1660 İngiliz, 1783 Fransız ihtilalleriyle başlayan kapitalizm ve sanayileşme dönemi, 18’inci yüzyılın son çeyreğinden itibaren de Avrupa’nın Doğu hakkındaki görüşünü belirleyen esas  çerçeve emperyalizm dönemi. Başlangıç yaklaşık 350, Batı’nın üstünlüğünü kurması da taş çatlasa 200 yıl. Öncesinde yüzlerce yıllık Doğu hakimiyeti söz konusu. Ama elbette sanayileşme ve yakın zamanlarda gelişen teknolojik devrimler, Batı’yı ciddi şekilde öne çıkardı. Ama Doğu’ya karşı tetik vaziyeti değişmedi.

    Batı, çoğumuzun bildiği gibi ticaret yollarının çeşitlenmesi ve yeni kıtaların keşfi ile birlikte bu kıtalarda yaşayan barışçıl ancak teknik olarak daha geri toplumları köleleştirerek, sömürerek ve bu yeni durumun getirdiği avantajları kullanarak bilim ve sanatta ileri geçen medeniyetini inşa etmiştir.

    AVROSANTRİZİM denilen ve Avrupa Merkezcilik olarak ifade edilen görüşü öne çıkarmışlar Avrupalı ve beyaz olmayan kültürler üzerinde hak iddia etmişler ve onların varlığını tamamen görmezden gelmişlerdir.

    Oryantalizmin akademik bir araştırma alanı olarak kurumsallaşma tarihinin temelinde dil okullarının açılması ve özellikle de oryantalist bilim cemiyetlerinin kuruluşu yer alır. Oryantalizmin organizasyon şemasını buralardan başlayarak çıkarabiliriz.  Bu cemiyetlerden özellikle iki tanesi  Bengal Asya Cemiyeti ve Mısır Araştırma Enstitüsü diğerleri için büyük örneklik teşkil ederler. Her birisi ülkelerinin sömürgeleriyle ilgili bilgi üretimini amaçlar. Üretilen bilginin, sömürgeci ülkelerin sömürge yönetimlerini sürdürülebilir kılmaya yönelik bir işlevi vardır. Sömürge yönetimi ile oryantalist bilgi arasında kurulan bu doğrudan ilişki bakımından da bu cemiyetler diğer sömürge ülkeleri için birer örnek teşkil eder.

    Bu cemiyetler elde ettikleri bilgi ile sömürge siyasetinin kalıcı olmasını sağlamışlar ve yön vermişlerdir.

    Batılı insana göre Doğulu insan, mantık kurgusu sağlam bir şekilde konuşmaz. Bir yerden başlar, nereden çıkacağını Allah bilir. Batılı insan ise tam tersi, sağlam bir mantık silsilesi içinde konuşur. Neyi niçin konuştuğu, neyi niçin ifade ettiği, amacı bellidir. Niye Batılı insan edebiyatta, filmlerde vs. akil insan, olgun insan ve esas karakter olarak konuşur da Doğulu insan ya kadın ya çocuk ya yardıma muhtaç ya da ikinci üçüncü planda insan olarak sunulur.

    Bu anlayışa göre Doğulu insan mantıklı düşünemez, duygusal davranır; tıpkı kadın gibi… Bunlar şablon tanımlamalar ve elbette Batı’nın yazılımının arka planında bu tanımlamalar vardır.

    İktidar alanı olarak söylem Doğuluya yerini de bildirir. Ne düşünmesi ve ne yapması gerektiğini dikte eder.

    Bir süre sonra Oryantalizm, Emperyalizmi beslemeye başlamıştır. Ayrıca kültürel emperyalizm yoluyla sömürdüğü ülkelerde kendisine bağlı elitler oluşturmuş, başta yönetim olmak üzere, silahlı kuvvetleri, yüksek bürokrasiyi, eğitim kurumlarını ve sanat camiası ile medyayı kendisine hizmet eder, kendisine sadakatle bağlı hale getirerek sömürü düzenini bir başka formda devam ettirmiştir.

    Batılıların işlettiği bu sürecin, özellikle ülkemizdeki somut meyvelerini konuşmaya başlayalım.

    Zaten bizim hikayemizin başladığı yer bu nokta. Özellikle Osmanlı’nın Tanzimat dönemiyle beraber Batı tarafından güdülmeye meyilli elitler, aydınlar etkili olmaya başladı. Çöküş döneminde mandacılık tartışması da bu nedenledir. Türk bağımsızlığına inandığı bilinen/zannedilen birçok ismin bile Kurtuluş Savaşımız başlayana kadar Amerikan/İngiliz mandası altına girme yönünde eğilimi olanların da varlığı ortada. Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra da, Batı’nın özellikle aralarında aydınların da olduğu belli bir kesimden etkisini çekmediği biliniyor. Ancak o kesimler kafalarını kaldırmak için Atatürk’ün vefatını beklediler. Sonrası ABD ile yakınlaşma ile bağımlılık ilişkilerindeki artış…

    Soğuk Savaş şartları da onların elini güçlendirdi. Savunma ve sanayii alanında atılan adımlar akamete uğratılırken, medyada yazılıp çizilenler son derece üzücüydü. Devrim Arabaları aleyhine yazanları hatırladıkça bu etkinin bağımsızlıkçı görünen insanlarda bile olduğunu görüyoruz.

    Berlin Duvarı’nın 9 Kasım 1989 tarihinde yıkılmasının ardından bittiği kabul edilen Soğuk Savaş sonrasında ise emperyalizm ülkemize en yoğun saldırısını başlattı. Bu saldırının miladı olarak 12 Eylül darbesini koyabiliriz. Darbe sonrasında ABD’nin onayını alan darbeciler ekonomide ve siyasette liberalizmin öne çıkmasını sağlarken, medya ve sanatta da ABD’ye müzahir kişilerin önlerini açtı. Günümüzde ülkemize yönelik her türlü güvensizlik, aşağılama, küçümseme söz konusuyken ABD’nin, İngiltere’nin, Fransa’nın vb. ülkelerin her türlü saldırganlığına karşı medya ve sanat dünyamızda sessiz bir kesim var.

    Örneğin Merve Dizdar isimli sanatçımız(!) Fransa Cannes’da aldığı ödülün konuşmasını elindeki kağıttan okurken, Türkiye’de kadınların yaşadığı sıkıntıları anlattı. Oysa Dizdar kadınlarımızın yaşadığı sıkıntıların yanına Fransa’nın Afrika ülkelerinde kadın, çoluk-çocuk demeden yaptığı soykırımları, o insanları sömürmesini, 3 günlük kundaktaki bebekleri, kadınları katleden terör örgütü elebaşlarının Fransa Cumhurbaşkanlığı sarayında ağırlanmasını da ekleseydi büyürdü. Ancak zihinsel bir problem vardı. Bu problemin sağlamasını Boğaziçi Film Festivali’nde yaşadık. “En İyi Yönetmen” ödülünü kazanan Özcan Alper’in ödülünü Türk ordusuna iftira atan, Türk düşmanlığında zirve yapan, şaibeli olaylarda adı geçen Şebnem Korur Fincancı’ya ithaf etmesi üzerine hatırlanacağı üzere Oyuncu Burak Haktanır, “”O kadın TSK’ya iftira attı. Kaç gündür tüm PKK sayfaları onu destekliyor” diyerek tepki gösterdi. Sonrasında sahneye 4 kişi çıkarak Haktanır’ı hedef aldılar. Bu sahnedeki 4 kişiden biri yine Merve Dizdar’dı.

    Sanat camiasında yaşananlar bununla sınırlı değil.

    Bilinen bir oyuncunun, politik olarak beğenmediği projenin yönetmenini arayarak üstü kapalı tehdit ettiğine bizzat şahidim. Amaç yönetmeni ve o projede bulunabilecek başka isimleri yıldırmak ve projeden vazgeçirmekti. Tabii ki başaramadı ama o isim halen önemli bir dizinin kadrosunda bulunuyor.

    PKK terör örgütünün çoluk çocuk kadın genç yaşlı demeden yaptığı katliamlar malum. Türk ordusu da bu alçak terör örgütüne karşı yıllardır kahramanca mücadele veriyor. Dönem dönem sınır ötesi harekatlar da yapılıyor. O harekatlara desteğe giden sanatçılara yönelik linç girişimleri malum. Ama sözünü ettiğimiz kesimleri ise Türk ordusunun yanında görmek mümkün değil.

    Atatürk diye bağırıp, Atatürk’ü sadece ve sadece kullanmak isteyenler, Atatürk dizisinin Disney Plus tarafından Ermeni lobilerinin baskısıyla yayından kaldırılmasına ise sus pus oldular. Hatta her fırsatta yorum yapmaya bayılan ve kendisini “Ata kızı” olarak tanıtan birine sordular, “ne diyorsunuz bu karara” diye. Yanıt ibretlikti:  “Ben bu konuyla alakalı fikrimi beyan etmek isteseydim sosyal medya hesaplarımdan yapabiliyorum. Sorunuzu nazikçe reddetmek istiyorum.” Yani mesele Türkiye ile ilgili olunca her türlü beyanatta bulunanlar, Amerikan merkezli şirkete sıra gelince susmayı tercih ettiklerini açıkça gösterdiler.

    Aynı şey medya dünyası için de geçerli. Hadi diyelim ki sanat dünyası içindekiler ödül, proje gibi kariyer ve gelir getirici nedenlerden dolayı bunu yapıyor.

    Medya dünyasına ne demeli: Yine örnekle başlayalım: Nükleer silahların yayılmasının önünü açan; CIA’ya ülkeleri karıştırma, darbeler hazırlama, suikastlar yapma gibi geniş yetkiler sunan; Ortadoğu’daki Amerikan saldırganlığının başlangıcını doktrin olarak hazırlayan eski ABD Başkanı Dwight D. Eisenhower adına kurulan vakfın Türkiye temsilciliğini yapan kişinin bir gazeteci olduğunu düşünün. Oysa bu gazetenin Bu gazeteci önce bu vakıftan burs sayesinde ABD ile gönül bağı kurmuş olabilir. Çünkü Osman Çutsay’ın Öfke kitabında anlattığına göre, bu gazetecimiz ABD hayranlığından önce sıkı bir solcuymuş(!). Hatta o kadar ki, Dev-Sol örgütüne de hayranmış. Ama gel gör ki, bugün Amerikan çıkarlarının merkezindeki bir yapının Türkiye temsilciliği ve bu temelde gazetecilik yapıyor. Geçmişte Kıbrıs Türklerinin çıkarlarına yönelik aksi çıkışları nedeniyle karşı karşıya kaldığım bu gazeteci, yani Murat Yetkin günümüzde de Washington-Tel Aviv güvenlik-enerjideki çizgisini bozmadan yazıp çizmeye devam ediyor.

    Daha çok isim var da, bunları tek tek yazmaya çalışmak sayfalarımız yetmeyecek.

    O yüzden günümüzde medya ve sanat dünyamızdaki gelişmeleri iyi takip etmek lazım. Batı’nın hakimiyetinin nüfuz güçleri potansiyeline sahip olan bu kesim, televizyonlar ve bilgisayarlar(internet) vasıtasıyla her eve giriş yapıyor.

    Aman dikkat diyelim.

    Devamını Oku

    Medya ve Sanatımız İşgal Altında Mı?-2

    Medya ve Sanatımız İşgal Altında Mı?-2
    0

    BEĞENDİM

    Ceyhun BOZKURT – 13 Mayıs 2024

     

    ABD, İkinci Dünya Savaşı sonrasında İngiltere’den devraldığı Batı kutbu liderliğini, serbest piyasanın yayılması ve güçlenmesi için de kullandı. ABD için aslolan ekonomik sisteminin, şirketlerinin korunması, hegemonyasının devamıydı.

    Gerekli kurumsal altyapı oluşturuldu ve dünyanın birçok yerine yayılan askeri üslerle sistemini silahlı olarak da güvenlik altına aldı. Sadece düşmanlarına, rakiplerine değil, müttefiklerine de baskı uyguladı.

    Kurumsal altyapı çerçevesinde;

    – Siyasi ayağı olarak Birleşmiş Milletler,

    – Askeri olarak NATO,

    – Esas sistemin ana parçaları olarak IMF ve Dünya Bankası’nı kurdu.

    Japonya ile imzaladığı Güvenlik Antlaşması da Asya-Pasifik’te ABD hegemonyasını artırma amaçlıydı.

    Sistemin, kurulması kadar korunması ve yayılması da önemliydi. Sistemi rakiplerine karşı korur gözükürken, müttefiklerini de kendi çizdiği hizadan çıkarmamaya çalıştı. Pek tabi bu sadece askeri güçle olabilecek bir şey değildi. Bir önceki yazımızda aktardığımız Brzezinski’nin tanımıyla hedef ülkelerde varolan veya oluşturulan “bağımlı yabancı seçkinler” üzerinden politik, ekonomik ve hepsi kadar önemli psikolojik hegemonya oluşturuldu. Psikolojik hegemonyanın temellerini de ABD’nin gücüne biat edenler üzerinden attı ve onlarla devam etti. Bu alanların başında medya ve sanat dünyası vardı. Hedef ülkelerde Amerikan gücü ve kültürü, adım adım toplumlara zerkedildi. Hedef kitle ağırlıklı olarak gençler oldu. Gençlik üzerinde ciddi bir çekim merkezi oluşturuldu. Bu sayede yıllara yayılacak bir Amerikan nüfuzu oluşturuldu. Bu altyapıyı oluşturmada en önemli araçların başında medya gelmekteydi. Medya, yaptığı yayınlarla toplumların kendi rızasıyla hegemonyayı kabulünde etkili oldu.

    ABD bunu bağımsız, anti-emperyalist, kendi milli çıkarlarını önceleyen medya mensupları üzerinden bunu yapamazdı. Onların değerleri vardı. İnsana ve gazeteciye ait değerleri imha etmeye hazır olanları bulmaları gerekiyordu.

    Filmi biraz geriye saralım.

    ***

    Bir gazeteci düşünün.

    Mart 1991’de Yüzyıl dergisinin kendisini kapak yapması sonrası hedef gösterildiğini ileri sürerek can korkusuyla ABD’ye kaçmış. Kaçtığı zaman orada bulunan bir gazeteci arkadaşı onu orada ağırlamış, 35 gün boyunca misafir etmiş.

    İnsani olarak o insana ömür boyu minnettar kalırsınız değil mi?

    Malum bir kahvenin bile 40 yıl hatırı vardı.

    Sonra Türkiye’ye döndü. O arkadaşıyla irtibatı koparmadı ama artık rakip gazetede yazıyorlardı. Ama dostlar, hele de vefa borcu olanlar için rakip gazete de olsa dost dosttu. Değişmezdi. Haber atlatma mesleğin ruhunda vardı. O sayılmazdı. Ama ya kumpas kurmak.

    Evet, o arkadaşına, sırf Aydın Doğan’ın Milliyet’i ile Dinç Bilgin’in Sabah’ı ansiklopedi savaşı yaptığı için kumpas kurdu. Telefonla aradı, kayıt aldı ve söylenenleri çarpıtıp yayınladı.

    Halen bile yazdığı haberlerden, kitaplardan faydalandığın merhum gazeteci Turan Yavuz, 21 Aralık 1993 tarihli Milliyet’te Cengiz Çandar için şu ifadeleri kullanmıştı: “(…)15 yıllık arkadaşım sandığım ve hatta ölüm korkusuyla Türkiye’den ABD’ye kaçtığında 35 gün evimde misafir ettiğim birinin konuşmalarımı banda kaydetmesi bir yana, benim gazeteciliğimi lekelemeye yönelik bir harekette bulunması beni çok şaşırttı.”

    Milliyet gazetesinin birinci sayfasında da Çandar’ın fotoğrafı ve “Ahlaksız Tuzak” başlığı vardı. Yazının spotunda “Cengiz Çandar, ‘ajan’ gibi, ’15 yıllık arkadaşı’ gazeteci Turan Yavuz’a komplo kurdu” yazıyordu.

    Çandar’ın yanında da o dönem Sabah’ın Genel Yayın Müdürü olan Zafer Mutlu vardı.

     

    “Ajan” gibi

    Gazete ‘Ajan’ı tırnak içinde kullanmıştı. Bu bilinçli bir gönderme miydi, bilinmez ama bilinen şuydu: Cengiz Çandar, Pentagon koridorlarına giren tek Türk gazeteci olmakla övünürdü. Peki Pentagon’a herhangi bir Türk gazeteciyi alırlar mı? 24 yıldır bu mesleğin içindeyim ve Washington’daki meslektaşlarımızı yakından takip ederim. Bir tanesinin de Pentagon koridorlarında çok rahatlıkla gezdiğini okumadım, duymadım. Demek ki özel kişilere tanınan bir ayrıcalıktan bahsediyormuş.

    Zaten Çandar’ın, özellikle 12 Eylül sonrasında Türk basınında ABD sözcülüğüne soyunması, Türkiye’ye “ABD’nin Irak planlarını kabul edersen büyürsün, kabul etmezsen ABD seni de böler” yazıları yazdığı da biliniyor.

    İşte Cengiz Çandar örneği, Türk basınının ve benzer örnekleriyle sanat camiamızın durumunu göstermekte.

    Yarın detaylandıracağız. Örneğin ABD’nin Ortadoğu saldırganlığının doktrinini yazan Eisenhower adına kurulan vakfın Türkiye’nin temsilcisinin bir gazeteci olmasını okuyacaksınız.

    Alman devletine aparat olanları sadece bir kişiyle mi sınırlı olacağını duyacaksınız.

    Sanat camiasında nasıl bir grubun köşe başlarını tuttuğunu, bu ekibin psikolojik harpte hangi operasyonların içinde olduğunu, kendileri gibi olmayanlara nasıl baskı kurduklarını, buna rağmen önemli projelerde yer bulduklarını da…

    Devamını Oku

    Medya ve Sanatımız İşgal Altında Mı?-1

    Medya ve Sanatımız İşgal Altında Mı?-1
    0

    BEĞENDİM

    Ceyhun BOZKURT – 09 Mayıs 2024

     

    ABD’nin birinci Irak saldırısı olduğu zaman 13 yaşımdaydım. Muş’ta NATO üssü olmasından dolayı savaş çıkarsa Irak’ın Muş’u da hedef alacağı söylentisi yayılmıştı. Bu söylentide medyada yazılıp çizilenlerin büyük etkisi vardı. Babamı kaybedeli bir yıl bile olmamıştı. Annem, ailesinin telkinleriyle kardeşim ve bana okullarımızdan rapor alıp bizi İstanbul’daki teyzeme götürmüştü. Uzun süre kalmıştık. Savaşın sadece bu boyutu bizi etkilemişti.

    Sonra savaş çıktı. Canlı yayında savaşı izlemeye başladık.

    Büyüklerimizin yüzlerindeki endişeyi fark edecek yaştaydım ama itiraf edeyim ki, ben (yaşımın gereği sanırım) sanki bir oyun izler gibi heyecanlıydım ve bu görüntüyü oluşturanlara hayran kalmıştım. Çok güçlülerdi. Bir çocuğun hayal etmekten hoşlanacağı bir güçtü.

    Ekranda uçaklardan düşen bombalar, ateş içindeki mahalleler, caddeler, binalar, gece görüşlü kamera sistemlerinden yeşil, siyah görüntülerde yağmur gibi beyaz bir şekilde yağan mermiler vs.

    Dünyada ve Türkiye’de benim gibi milyonlarca çocuk muhtemelen bir oyunun verebileceği heyecanla ve hayranlıkla o görüntüleri izlerken, benim yaşıtım veya daha küçüğüm olan binlerce, on binlerce çocuk ve büyük yaşta insan, o bombaların, mermilerin altında yaşam savaşı vermeye çalışıyorlardı. Hiç de heyecanlı değillerdi. Kendilerine ölüm yağdıranlara hayranlığın zerresini duymuyorlardı. Nefretleri vardı. Bir de korkuları. Kendilerinin veya sevdiklerinin, ülkelerinin durumundan duyulan korku. Ama bizlere ekran başında onların duygularını, düşüncelerini anlatmadılar. Anlattıkları ABD şu kadar sorti, bombardıman yaptı, Amerikan deniz piyadeleri Irak’a girdi girecek vs. şeklinde Amerikan planlamacılarının verdikleri bilgileri sunmaktı. Bunu da habercilik diye yutturmaya çalışıyorlardı.

    Bize o algıyı yaşatanlar ise o yayınları evlerimizin içine kadar sokanlardı. Bizlerin o görüntüleri görmesini, çocukların heyecanlanmasını, büyüklerin ise güce biat etmesini istiyorlardı. Çünkü yaşananlar bir tarafta Irak’ın işgalinin, imhasının ilk adımını atmakken, diğer taraftan  da inanılmaz bir güç gösterisini dünyaya sunmaktı. “ABD kadiri mutlaktı ve ona direnmek mümkün değildi” algısını sunmaktı.

    Küresel olduğu kadar ülkemizin medyasının durumunu düşünürken bu olay gelir aklıma. Heyecan ve hayranlıkla beraber gözdağı sunan bu güç, gelişen teknolojiyle beraber, (özellikle 1990’larla beraber) artık her evin içine yayılmaya başlamıştı. Adeta bir virüs gibi.

    Sıklıkla atıf yaptığımız Amerikan sisteminin stratejistlerinden Zbigniew Brzezinski, Büyük Satranç Tahtası çalışmasında, ABD’nin kültürel egemenliğine dikkat çekerek şunları yazmıştı:

    “1995 ve 1996 yıllarında yürütülen kamuoyu araştırmaları, küresel gücün tekelci bir biçimde yürütülmesi yerine onun başkalarıyla ‘paylaşılması’ yönündeki kamuoyu tercihini ortaya koyuyordu.

    Bu iç unsurlardan dolayı, Amerikan küresel sistemi (…) ortaklaşa-seçim tekniğini (bir yapıya, mevcut üyelerin oylarıyla seçilmek) eski yayılmacı sistemlerden daha geniş ölçüde vurgulamaktadır. Bu sistem, demokratik ilkeleri ve kurumlarının cazibesinden fazlasıyla yarar sağlarken, aynı şekilde, ağırlıklı olarak bağımlı yabancı seçkinler üzerinde dolaylı etkide bulunulmasına dayanmaktadır. Bunların tümü, küresel iletişim, popüler eğlence ve kitle kültürü üzerindeki Amerikan egemenliğinin yoğun, ancak elle tutulamayan etkisi ve Amerika’nın potansiyel olarak elle tutulabilen teknolojik tesiri ve küresel askeri erişimi sayesinde güçlendirilmektedir.” (Zbigniew Brzezinski, “Büyük Satranç Tahtası / Amerika’nın Önceliği ve Bunun Jeostratejik Gerekleri”, Sabah Kitapları, 1998, s. 27)

    ABD, emperyalizm çağıyla beraber sadece ekonomik, siyasi, askeri hedeflerine yönelmedi. Bu hedeflerini toplumların bilinçaltlarına yöneltecek mekanizmaları da kuvvetlendirdi. Brzezinski’nin ‘paylaşmak’ olarak kodladığı ifadeyi sonraki paragrafta açıyor: “(…) bağımlı yabancı seçkinler üzerinde dolaylı etkide bulunulmasına dayanmaktadır.”

    Yani hedef toplumların seçkinleri ‘paylaşım’ adı altında bağımlı hale getirilecek ve onların yaptığı faaliyetler çerçevesinde hedef toplumlar ABD politikalarına bağımlı hale getirilecek.

    Önemli bir detay da son cümlede yer alan ve Amerikan etkisinin teknolojik ve askeri güç ile garanti altına alındığının yazılması.

    Peki kim bu “bağımlı yabancı seçkinler”.

    Bunları yakın tarihimiz bize öğretti. Siyasetin, akademinin, iş dünyasının, medyanın, sanatın vs. içine sızdırılan veya bu alanlarda devşirilen etki ajanları. Çıkar amacıyla ABD bağımlılığını tahkim ediyorlar.

    Bizim konumuz, günümüzde Türk medyasında ve sanatında yer alan Türkiye ve Türk milleti karşıtlığının kökenleri. Çünkü bu iki alanın önemli bir özelliği, televizyonlar, gazeteler, güncel iletişim araçları (sosyal medya, video paylaşım siteleri vs.) aracılığıyla her bir ailenin evlerinin içine kadar girebilmeleri. Bu yüzden de “Benim yaptığım haberler Alman emniyeti ve Alman İçişleri Bakanlığı tarafından özellikle isteniyor. Ve üst düzey isteniyor” diye itirafta bulunan sözde gazeteci özde aparat Erk Acarer’in ciddi takipçi sayısı bulunuyor. Acarer’in iftiraları muhalif medya olarak tanımlanan yapılarda “haber” olarak sunuluyor.

    İşte bu kadar medyamız ve sanatımız içine sızan, yerleşen emperyalizm, daha başka kimleri, hangi yöntemler ve araçlarla kontrol ediyor, sonraki yazımızda bunu anlatmaya başlayacağız.

    Devamını Oku

    Amerika Dünya Hakimiyetini Kaybetmek İstemiyor-3

    Amerika Dünya Hakimiyetini Kaybetmek İstemiyor-3
    0

    BEĞENDİM

    Ceyhun BOZKURT – 06 Mayıs 2024

     

    ABD’nin emperyalist politikaları çerçevesinde küresel hegemonyasını/dünya hakimiyetini kaybetmek istemediği, bu çerçevede küresel, bölgesel ve milli bütünlüğümüze yönelik hamlelerini yazıyoruz. Elbette bu yaşananların en temel nedenlerinin başında, Washington’un ekonomi başta olmak üzere kurduğu sistemin bozulmasını engelleme çabaları geliyor.

    ABD kendi kontrolü dışındaki gelişmeleri, atılan adımları engellemeye çalışıyor, çünkü özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra özellikle Londra ile birlikte kurdukları sistem çatırdıyor. Tam 35 trilyon dolar borcu olan bir ülkenin, askeri baskılarla hakimiyetini devam ettirmesi kolay değil. Alternatif planlar, ekonomi politikaları, ticaret koridorları ABD’ye rağmen gelişiyor. Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin de ilgi ve desteğini açıkladığı Irak’la Türkiye arasındaki Kalkınma Yolu Projesi ABD’ye rağmen bağımsız atılan önemli bir adım. Çin’in Bir Kuşak Bir Yol projesi ise ABD’nin adeta kabusu olan bir proje.

    Detaylandıralım:

    Demir İpek Yolu, Çin’in başkenti Pekin ile Şanghay’dan başlayıp Büyük Britanya/Londra’da son bulacak. Geçtiği güzergahlardaki ülkelerin yanı sıra çevre ülkelerle bağlantı yolları da bulunmaktadır ve bu suretle 60-70 ülkeyi kapsamaktadır: Çin, geçiş güzergahındaki ülkelerin alt yapı yatırımları için 8 Trilyon Dolar para ayırdı ve bu yatırımı zaten yapıyor, yapmaya devam edecek. Bunu da güzergah üzerindeki ülkelere borç vererek yapıyor. Bu yolla Pekin’den yüklenen bir mal, hızlı tren ile 12 günde Londra’ya ulaşacak.

    Bu yolun en kritik geçiş güzergahlarından birisi de Türkiye üzerinden olanı. Özellikle Körfez geçiş köprüsü olan Osman Gazi Köprüsü ile İstanbul Boğazı’ndaki 3. köprü olan Yavuz Sultan Selim Köprüsü kritik öneme sahip akışı-geçişi hızlandıran geçitler. Bu anlamda da Türkiye’nin projedeki önemi çok artıyor. Türkiye bu gelişmeyi daha önceden görüp okuduğu için tedbirini alıp yatırımı realize etti. Hatta yakın tarihte Yavuz Sultan Selim Köprüsü’nden geçecek demiryolu hattının ihalesine çıkılacak. Böylece hem Bir Kuşak Bir Yol hem de Kalkınma Yolu projelerinde aktif bir demiryolu hattı yapılmış olacak.

    ABD, Bir Kuşak Bir Yol projesi nedeniyle ileriki yıllarda sıkıntıya girecek ülkelerin başında geliyor.

    Neden mi?

    Bu soruyu yanıtlamak için başa sarıp bir özet yapmak gerekiyor.

    Amerika, 20 yüzyılın başında Dünya Hakimiyetini tesis etmek için Amerikan donanması Amirallerinden ve tarihçi Alfred Thayer Mahan’ın geliştirdiği Deniz Hakimiyeti Teorisi (Sea Power)’ni ABD Başkanı Theodore Roosevelt’i etkileyerek kabul ettirmiş ve Amerika’yı etkili bir deniz gücü haline getirmiştir.

    Alfred Thayer Mahan’ın İngiliz devletinin yükselişi döneminde denizcilik tarihini incelemiş denizlerin, özellikle de stratejik öneme sahip dar su yollarının kontrolünün büyük güç statüsü için hayati öneme sahip olduğu sonucuna varmıştır. Mahan, “Deniz Gücünün Tarih Üzerinde Etkisi/1660-1783” isimli çalışmasında şunları aktarmakta:

    -Denizler karalara göre çok daha iyi hareket kabiliyeti ve ulaşım sağlamaktadır.

    -Denizcilik gücü dünya rezervlerinin daha büyük bir bölümü ile irtibatlıdır.

    -Denizcilik gücü, askeri kuvvetler kadar ekonomik ve politik etkinlikleri de daha kolay ve ekonomik bir biçimde, dağıtabilir, yayabilir.

    -Denizcilik gücü, Süveyş Kanalı, Cebelitarık, Seylan, Singapur, Babülmendep Boğazı, Türk Boğazları, Seylan Kanalı, Tayvan Kanalı, Kore Kanalı, Hürmüz Boğazı, Florida Boğazı ve Yukaton Boğazı gibi kritik noktaları kontrol altında tutarak dünya ticaretine hakim olabilir.

    -Kara sınırları emniyette olmayan hiçbir devlet, nispeten güçlü bir ada devleti ile deniz üstünlüğü için başarılı bir şekilde mücadele edemez.

    Washington yönetiminin Mahan’ın çalışmasını keşfettiği dönemde, ülkenin tarımsal üretim fazlalığı ciddi bir ekonomik krize yol açmıştı. Mahan, yukarıda aktardıklarımızın yanı sıra, o tarihlerde ABD’nin ordu politikaları nedeniyle pasivize ettiği donanmayı savaş zamanındaki gibi yeniden canlandırması gerektiğini, yeni pazarların fethedilmesinin, sadece Amerikan endüstrisine muazzam bir kâr sağlamayacağını, aynı zamanda milyonlarca kişinin işsiz kalmasına yol açan ve politik istikrarsızlık ve karmaşaya neden olan büyük ekonomik bunalımın aşılmasına da yardımcı olacağını savunuyordu. Mahan, güçlü bir donanmanın, sadece denizlerin kontrolünü ele geçirerek ve dünya kaynaklarına erişim yollarını açık tutarak ekonomik kalkınma sağlamayacağını, bunlara ek olarak da düşmanın bu kaynaklara ulaşımını engelleyerek onun ekonomisini de bozabileceğini söylüyor, “Savaş dövüşmek değil, ticarettir” sözünü savunuyordu. (Selin M. Bölme, “İncirlik Üssü-ABD’nin Üs Politikası ve Türkiye”, İletişim Yayınları, Birinci Baskı, 2012, s. 76-77)

    Amerika dünya ticaretine hakim olan dünyaya hakim olur düsturundan hareketle deniz ticaret yollarına hakim olmak için Deniz Hakimiyet Teorisini oluşturan stratejiye bağlı olarak su yollarını kontrol amacıyla güçlü bir donanma oluşturdu, Kenar Kuşak Teorisi ve Deniz Hakimiyet Teorisi çerçevesinde dünyada yüzlerce deniz ve hava üssü tesis etmiştir. (Dünyadaki Amerikan üsleri konusunu bir başka yazımızda detaylı inceleyeceğiz-CB)

    Böylelikle Deniz Ticaret Yollarına hakim olarak ham madde ve mamul maddelerin üretim ve tüketim merkezleri arasındaki sevkiyatını kontrol eder hale gelmiştir. Zbigniew Brzezinski, Soğuk Savaş’ın galibi ABD’nin deniz hakimiyetini “Büyük Satranç Tahtası”nda şu şekilde aktarmaktadır:

    “…Amerika’nın bugünkü küresel gücünün etkinlik alanı ve yayılımı benzersizdir. ABD yalnızca dünyanın bütün okyanuslarını ve denizlerini kontrol etmekle kalmayıp kendi gücünü siyasi olarak önemli biçimlerde ülkelerin içine yansıtabilen, amfibi kıyı kontrolü için iddialı askerî yetenek geliştirmiştir.” (Zbigniew Brzezinski, “Büyük Satranç Tahtası / Amerika’nın Önceliği ve Bunun Jeostratejik Gerekleri”, Sabah Kitapları, 1998, s. 23)

    Brzezinski’nin bu cümlesinden çıkan sonuca göre bütün okyanusları, denizleri kontrol eden ABD ayrıca bu donanma gücüyle ülkeleri siyasi ve ekonomik olarak denizden baskılıyordu.

    ABD ayrıca dünya ticaretine hakim olmak için finansal hakimiyet tesis etmenin de gerekli olduğunu gördüğü için, İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde, 1944 yılında Amerika’nın New Hampshire eyaletinde yer alan Bretton Woods kasabasında 44 ülkeden delegeler ile bir araya gelerek veya onları bir araya getirerek yeni bir uluslararası para ve ekonomik sistemi oluşturmak amacıyla bir anlaşma imzalanmasını sağlamıştı. Bu sayede ABD Dolarını uluslararası ticarette geçer akçe haline getirmişti. 1-22 Temmuz 1944 tarihleri arasında yapılan konferansın en önemli sonuçlarından biri olarak “Dünya Bankası” ve “IMF” kuruldu. 1958 yılından itibaren anlaşma işlevsel bir hal aldı. Bretton Woods anlaşması ile dolar, altına dönüşebilen tek para birimi olarak kabul edildi. Anlaşmaya göre; 1 ons altın 35 dolar olacak şekilde düzenlenmiş, Amerikan doları altının yerini almış ve diğer para birimlerine göre değeri artmaya başlamıştı.

    Amerikan ekonomisindeki şahlanma dönemi 1970’li yıllara kadar sürdü. 1970’li yıllardan itibaren ABD büyük çapta dış ticaret açığı vermeye, Amerikan doları da değer kaybetmeye başladı. Bunun sonucu olarak elinde dolar bulunan ülkeler dolar karşılığında ABD’den altın talep ettiler. Bir müddet sonra altın talebini karşılayamayan Amerika doların değerini serbest bıraktı ve altın karşılığını kaldırdı.

    ***

    Mısır-Suriye ile İsrail arasında 6 Ekim 1973 tarihinde başlayan savaş sonrası Mısır, Suudi Arabistan’ı, İsrail’in en büyük destekçisi ABD’ye karşı petrol ambargosu uygulaması konusunda ikna etti. İran, Suudi Arabistan ve diğer birkaç petrol üreticisi Arap ülkesi petrol fiyatlarını yüzde 70 oranında arttırdıklarını duyurdu. Bir yıldan kısa bir süre içerisinde, tüm Arap petrol üreticilerinin ambargoya katılımıyla, petrolün varil fiyatı beş kattan fazla arttı. Petrol krizi olarak bilinen ambargo, ABD’de büyük bir yıkıma yol açtı. Bunun üzerine dönemin ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger’in planı devreye girdi. Suudi Arabistan’ın, böyle bir ambargoyu tekrarlamaması karşılığında ABD, Suudi hanedanının bekâsını diplomatik ve askeri anlamda garanti edecekti. Suudi Arabistan ise petrolünü dolar karşılığı satacaktı ve elindeki ihtiyaç fazlası PETRO*DOLAR ile ABD Hazinesi’nden değerli kağıtlar alacak; Amerika’da bu sermayenin kârıyla, ABD mal ve hizmetlerini Suudilere müthiş bir katma değerle geri satacaktı. Suudiler bu teklifi kabul etti. Modern Suudi Arabistan, kendi parasıyla Amerikan şirketlerince yeniden inşa edildi. Böylece Petro-Dolar Döngüsü’nün ilk çevrimi başlamış oldu.

    Bu durum, Suudi Arabistan’ın halen İsrail’e neden çok sert tavır takınmadığını, Irak’ın işgal sürecine nasıl yardımcı olduğunu, Suriye iç savaşının kanlı günlerinde neden Suudi Arabistan-BAE-Mısır ile İsrail birlikteliğinin kurulduğunu, Suriye’nin kuzeyinde neden PKK/PYD/YPG’ye destek verildiğini vs. anlamaya yardımcı olacaktır.

    Kurulan Petro-Dolar döngüsü ile;

    – Petrole bağımlı tüm ülkeler, petrol alışverişi yapabilmek için dolarla borçlanır veya dolar rezervi bulundurur hale geldi.

    – Çin, petrol bağımlılığı nedeniyle bütün ihracatını Amerikan doları ile yapmakta, bütün rezervini bu para birimi ile korumaktadır.

    – Bunu sağlamak ve istismar etmenin yolu; ABD’nin, hiçbir karşılığı olmayan Amerikan Doları basma ve yaymasıdır. Dolar kuruyla istediği gibi oynayıp, dünya ekonomisini istediği gibi yönlendirmektedir. Ülkeleri borçlandırarak kendine bağımlı hale getirmektedir.

    ***

    Şimdi gelelim günümüze…

    Amerika’nın uzunca bir süredir dünya ticaretindeki payı azalıyor, ekonomik olarak kendisini zorlayan yeni oyuncular ortaya çıkıyor. Önceleri başta Almanya ve Avrupa Birliği’nin başat ülkeleri İngiltere, Fransa hep birlikte bir ekonomik güç olarak ABD’ye rakip iken ve Uzakdoğu’da bir tek Japonya’dan bahsedilirken bugün başta Çin, Hindistan, Güney Kore, gibi sanayi üretimi ve teknoloji üretiminde öne çıkan yeni ülkeler görüyoruz. Yanı sıra hammadde ve enerji üreten/temin eden Rusya, Brezilya, İran, Suudi Arabistan, Venezuela gibi ülkeler de öne çıkıyor.

    Hatta Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin, Güney Afrika’nın İngilizce isimlerinin kısaltmasının ilk harfleriyle anılan BRICS’in, yeni katılan ülkelerle birlikte, satın alma paritesi açısından dünya üretimine yaptığı katkı G-7 ülkelerini geçmiş oldu. 2023 yılı verilerine göre yeni üyelerle birlikte BRICS dünya üretiminin yaklaşık yüzde 40’ını üretirken, ABD, İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, Japonya ve Kanada’dan oluşan G-7 ülkelerinin toplam katkısı yüzde 30’da kaldı.

    Türkiye’nin bağımsız askeri ve ekonomik politika üretme manevralarını bir önceki yazımızda aktarmıştık. Türkiye gibi küresel etki yapan bölgesel güçlerin ortaya çıkması neticesinde ABD’nin ekonomik, siyasi ve üsler yazımızda detaylarını aktaracağımız askeri çekilmesi, bu ülkenin küresel hakimiyetini sarsar hale geldi.

    Bu nedenle de küresel hakimiyetini devam ettirebilmek için enerji bölgelerini ve Doğu Akdeniz gibi ileride oluşacak yeni enerji bölgelerini kontrol etmeye yönelik her türlü faaliyette bulunmaya kendini mecbur görüyor.

    Küresel ticarette deniz yollarının önemini azaltacak ve kendi kontrolünde olmayacak “Bir Kuşak Bir Yol” gibi projeleri devre dışı bırakmak veya kontrolüne almak amacıyla bölgesel kaos planlarını devreye sokuyor.

    ABD ve arkasındaki küresel odaklar dünya hakimiyetini kaybetmemek adına bu nedenle Ukrayna-Rusya Savaşı’nın kontrollü bir biçimde uzamasını, Hamas-İsrail, İsrail ile İran-Hizbullah gerginliklerinin devam etmesini, Tayvan-Çin ve Çin ile AUKUS ülkeleri arasındaki gerginliklerin devamını arzu ediyor. Bu suretle ABD, Körfez’in güvenliği adına Körfez’de kalmaya, Ukrayna-Rusya savaşı nedeniyle Avrupa ile Rusya’nın arasını açıp Rusya’yı yormaya, Avrupa’yı kendisine daha bağımlı hale getirmeye, Çin ile Avrupa’nın ticaretini engelleyip/sınırlayıp Çin’i durdurmaya çalışıyor.

    Bugün ülke olarak yaşadığımız sıkıntıların/gelişmelerin temelinde işte bu yeni dünya düzeninin nasıl bir şekil alıp hangi dengeye oturacağı mücadelesi yatıyor. DAEŞ’ten PKK/PYD-YPG’ye ve FETÖ’ye, terörden darbe/işgal girişimlerine, finansal/ekonomik saldırılardan, Türk milletini birbiriyle ayrıştırıp kutuplaştırma çabalarına ve sert siyasi söylemlere, bölgemizde yaşanan Irak ve Suriye savaşları nedeniyle ülkemize göç eden milyonlarca mülteciye varıncaya kadar bütün sorunların temelinde Küresel Hakimiyet temelinde yeni dünya düzeni mücadelesi yatmaktadır.

    Yeni dünya düzeninde Türkiye son derece önemli bir ülkedir. Dengeleri değiştirebilecek bir ağırlığa sahiptir. Hinterlandında etkileyebileceği bir çok ülke vardır ancak bu imkanını bugüne kadar kullanmamıştır, kullandırmamışlardır. Fakat bu durum, Türkiye’nin imkanlarını bundan sonra kullanmayacağı anlamına gelmemelidir. Libya ile yaptığımız anlaşmadan tutun da Karabağ üzerinden Azerbaycan ile birlikte Kafkasya dengesi kurmaya, Somali’nin denizlerinde Türk donanmasının varlık göstermesinden Mavi Vatan doktrinine kadar birçok adım bu kapasiteyi harekete geçirme adımları olarak yorumlanabilir. Zaten ABD’liler başta olmak üzere Batılı stratejistler bu analizleri yapıyor. Türkiye güçlendikçe bu imkanlarını kullanma kapasitesi daha da artacaktır.

    Bu nedenle dünyadaki gelişmeleri bilelim, oynanan oyunları görelim, birbirimize karşı fikirlerimizi söze/söyleme çevirirken imbiğimizden geçirip birbirimizi kırıp dökmeden, yaralamadan, ülkemize faydalı olacak bir üslupla söyleyelim. Kamplaşmayalım, kutuplaşmayalım, düşmanlaşmayalım. Değerlerimizi değersizleştirmeyelim…

    Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün söylediği gibi iç cepheyi sağlam tutalım.

    Devamını Oku

    Amerika Dünya Hakimiyetini Kaybetmek İstemiyor-2

    Amerika Dünya Hakimiyetini Kaybetmek İstemiyor-2
    0

    BEĞENDİM

    Ceyhun BOZKURT – 04 Mayıs 2024

     

    Amerikalı Amiral Alfred Thayer Mahan’ın “Deniz Hakimiyet Teorisi”, İngiliz Halfrod MacKinder’in “Kara Hakimiyet Teorisi”, Nicholas John Spykman’ın “Kenar Kuşak Teorisi” ve Alexander P. De Sevesky’nin “Hava Hakimiyet Teorisi” jeopolitikte öne çıkan teoriler olarak bilinir.

    Soğuk Savaş boyunca Sovyetler Birliği, MacKinder’in teorisindeki Kalpgah’ı tutarken, ABD, Sovyetler’e karşı Kalpgah’ı çevreleyen kenar kuşağı, yani Rimland’ı tutmaya çalıştı. ABD’nin Amacı Sovyetler’i çevrelemekti. Soğuk Savaş bittikten sonra Sovletler’in mirasçısı Rusya Federasyonu’nun Kalpgah’ı tutacak gücü yoktu. ABD adım adım Doğu Avrupa ve Orta Asya’da etkisini artırdı. Rimland’daki, yani Nicholas John Spykman’ın Kenar Kuşak Teorisi’nde aktardığı coğrafyayı da hakimiyet dışı bırakmak niyetinde değil.

    Kenar Kuşak Teorisi (Rimland)’nden alıntıladığımız bilgiler çerçevesinde; Amerika’nın Irak’ın kuzeyinden başlayarak Suriye’nin kuzeyinden devam eden İsrail, Mısır, Güney Kıbrıs, Yunanistan, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ile Türkiye’yi de çevrelediğini gözlemleyebiliyoruz. Yani Amerika bir Jeostratejik plan dahilinde hareket ediyor.

    Türkiye ile olan sorunları sürüncemede bırakarak jeopolitik söylemler ile jeoekonomik yaptırımlarla Türkiye’nin esas güç unsurlarını yıpratarak, toplumunu kutuplaştırarak, ortak paydası olan ve hiç tartışılmaması gereken milli ve manevi ortak değerlerini ayrışmanın aracı haline getirmeye çalışıyor. Bu sürecin gidişatına yardımcı olması için finansal saldırılarla toplumda hoşnutsuzluğu çatışmaya dönüştürüp, toplumu ayakta tutan ana direkleri zayıflatarak çökertmeye ve sonunda bölüp, parçalama amacına yönelik faaliyetlerine devam ediyor.

    ABD, Türkiye’ye geçmişte de güvenmiyordu. Çünkü Türkiye bölgede büyük bir güç olmuş, hakimiyet kurmuş büyük bir milletin son devleti ve o milletin medeniyet silsilesinin devamı. Türkiye’nin hinterlandı olan coğrafyalarda geçmişte oluşturduğu hakimiyeti gelecekte de tekrar oluşturabilme ihtimalini analiz eden Amerikalı jeostratejistler, Türkiye’nin ekonomik olarak hiç bir zaman bir Kore sıçraması yapmasını ve gelişmesini istememişlerdir. Bu nedenle de Türkiye’yi sürekli el altında bulundurmanın, hizada tutmanın yollarını ve yöntemlerini aramışlardır.

    Brzezinski, 1990’larda yazdığı “Büyük Satranç Tahtası”nda Türkiye’nin Türk dünyasına yönelik olası politikalarını hayata geçirmesinin, o tarihteki sınırlı siyasi ve askeri güç dolayısıyla zor olduğunu yazmıştı. Ancak aradan sular aktı. Türkiye’nin bugünkü gücü tüm Türk dünyasıyla iletişim kurmasının, güç birliği yapmasının önünü açmaktadır. Yani Brzezinski’nin o zamanki analizi artık devre dışıdır. ABD’nin ülkemiz açısından yanıtından en korktuğu soru işte budur. Türkiye, Türk dünyası dahil olmak üzere, hinterlandındaki coğrafyalara ulaşır, kendi kontrolünden çıkar, bölgesel, hatta küresel güç olur mu? Bu sorunun yıllarca Washington’u teyakkuzda tuttuğunu söyleyebiliriz. Bu sebeple ne zaman Türkiye bir sıçrama aşamasına gelse ekonomik ve sosyal olaylara gizli açık müdahalelerde bulunmuşlardır. Bu müdahaleler bazen askeri darbe, bazen ekonomide dış kredi ve yatırım kanallarında engeller çıkartarak tökezletme, bazen sokakları karıştırma, bazen de terör ve gladyo eylemlerini yoğunlaştırma şeklinde cereyan etmiştir. Çoğu zaman Kaos stratejisini de kullanan Amerika kaosu desteklemek için terör örgütlerini kullanmaktan çekinmemiştir.

    Müdahale edip rahatlıkla ortadan kaldırabileceği Lübnan’daki Bekaa Vadisi’ndeki terör oluşumlarına müdahale etmemiş buradaki onlarca terör örgütü vasıtasıyla dizayn etmek veya yönünü değiştirmek ya da kaosa sürüklemek istediği ülkelere yetiştirilen kadroları transfer etmiştir.

    Türkiye’yi el altında bulundurmak ve sürekli meşgul edip gücünü zayıflatmak için Lübnan’daki Bekaa Vadisi’nde yetişen teröristler ve irili ufaklı terör örgütlerinin yanı sıra FETÖ ve PKK gibi dünyada eşi benzeri olmayan güçte ve organizasyondaki terör ve espiyonaj (casusluk) yapılarını oluşturmuştur. Bu yapılardan PKK dünyadaki nicelik ve nitelik yönünden en kapsamlı ve güçlü terör örgütüdür ve 40 yıldır hayatiyetini sürdürmektedir. FETÖ ise dünyanın gördüğü ve görebileceği en kapsamlı en geniş casus örgütüdür ve paralel devlet yapılanması ile neredeyse yarım asra yakın bir sürede devlete sabırla sızdırılmıştır. Son kertede silaha başvurup kan dökerek, can alarak terör ve casusluğu bütünleştirmiştir.

    Bu kadar uzun süre sabırla ve büyük bir maliyetle çalışılan projenin Amerika tarafından önemi nedir sorusunun cevabı da kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Amerika’nın dünya hakimiyetinin devamı için.

    Ancak yukarıda da bahsettiğimiz üzere Amerika baştan itibaren Türkiye’ye güvenmemektedir ve planlarının önünde bir engel olarak görmektedir. Bu sebeple bugünkü nüfus yoğunluğundan ve coğrafi büyüklüğünden daha küçük bir Türkiye arzu etmektedirler.

    PKK ve FETÖ’nün rolü de burada başlamaktadır. PKK, Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu’sundan bir parça kopartırken, Kuzey Müslümanlarının halifesi sıfatıyla İstanbul merkezli Trakya ve Marmara ile sınırlı bir devletçiğin oluşturulup başına FETÖ elebaşının oturtulması, Ege Bölgesi’nin tamamı ile Akdeniz’in bir bölümünden oluşacak bir devlet ile Anadolu’da kalan yerlerinde ayrı bir devlet olarak dizaynı gibi devletciklere bölme planını Irak ve Suriye’deki savaş ve kaos ortamından istifade ile uygulamaya sokmuşlardır. Fakat planları 15 Temmuz 2016 tarihinde milletimizin ve devletimizin ülkesine sahip çıkan vatansever evlatları sayesinde bozulmuştur.

    Bugün ülkemizde yaşadığımız ve algı operasyonları üzerinden yürütülen psikolojik savaşların finansal saldırıların, terör olaylarının sosyal, siyasal, ekonomik sorunların temelinde küresel hakimiyet çekişmesi yatmaktadır. Dünyanın büyük bir sınamadan geçtiği günümüzde Türkiye kilit ülke durumundadır. Ağırlığını terazinin hangi kefesine koyarsa o taraftaki güç merkezi öne geçecektir.

    “İtimadın esas olması için şüphe istisna olmalıdır” sözü Türk-Amerikan ilişkilerinde bir anlam ifade etmez hale gelmiştir. Amerika’nın Türkiye’ye karşı olan samimiyetsiz ve güvenilmez tutumu, Avrupa’nın bilinç altındaki Türkiye korkusu nedeniyle AB üyeliğini sürekli bahanelerle ertelemesi, Türkiye’ye fazla bir seçenek bırakmamaktadır. Önümüzdeki dönemde Türkiye’nin Türk dünyası, Kuzey Afrika, Ortadoğu, Kafkasya gibi coğrafyalarla beraber Avrasya’da bir blok oluşturması veya var olan bir blogda bağımsız bir güç olarak yer alması kaçınılmaz görünüyor.

    Peki birilerinin ısrarla iyi gidiyoruz dediği ABD’den kopuş nasıl olur?

    Türkiye’nin bu güç merkezine, yani Avrasya Bloğuna geçişi nasıl olacaktır? Silahlı veya ekonomik bir Amerikan saldırısı sonrası mı olur?

    Türkiye’yi Avrasya’ya, Amerika ve Batı mı ittirecektir yoksa Türkiye mi çekip gidecektir?

    Yanıtları aranan sorular bunlar.

    Sanki Necip Fazıl’ın aktaracağımız sözü, tam da bu duruma uyuyor gibi:

    “Ya Allah’a baş eğer, hiç kimseye eğmezsin; ya da herkese baş eğer hiç bir şeye değmezsin”

    Devamını Oku