WOTTV E-DERGİ
DOLAR 32,2623 0.06%
EURO 35,1047 0.14%
ALTIN 2.505,180,19
BITCOIN 2137765-0,96%
Ceyhun Bozkurt

Ceyhun Bozkurt

18 Mayıs 2024 Cumartesi

    Amerika Dünya Hakimiyetini Kaybetmek İstemiyor-3

    Amerika Dünya Hakimiyetini Kaybetmek İstemiyor-3
    0

    BEĞENDİM

    Ceyhun BOZKURT – 06 Mayıs 2024

     

    ABD’nin emperyalist politikaları çerçevesinde küresel hegemonyasını/dünya hakimiyetini kaybetmek istemediği, bu çerçevede küresel, bölgesel ve milli bütünlüğümüze yönelik hamlelerini yazıyoruz. Elbette bu yaşananların en temel nedenlerinin başında, Washington’un ekonomi başta olmak üzere kurduğu sistemin bozulmasını engelleme çabaları geliyor.

    ABD kendi kontrolü dışındaki gelişmeleri, atılan adımları engellemeye çalışıyor, çünkü özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra özellikle Londra ile birlikte kurdukları sistem çatırdıyor. Tam 35 trilyon dolar borcu olan bir ülkenin, askeri baskılarla hakimiyetini devam ettirmesi kolay değil. Alternatif planlar, ekonomi politikaları, ticaret koridorları ABD’ye rağmen gelişiyor. Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin de ilgi ve desteğini açıkladığı Irak’la Türkiye arasındaki Kalkınma Yolu Projesi ABD’ye rağmen bağımsız atılan önemli bir adım. Çin’in Bir Kuşak Bir Yol projesi ise ABD’nin adeta kabusu olan bir proje.

    Detaylandıralım:

    Demir İpek Yolu, Çin’in başkenti Pekin ile Şanghay’dan başlayıp Büyük Britanya/Londra’da son bulacak. Geçtiği güzergahlardaki ülkelerin yanı sıra çevre ülkelerle bağlantı yolları da bulunmaktadır ve bu suretle 60-70 ülkeyi kapsamaktadır: Çin, geçiş güzergahındaki ülkelerin alt yapı yatırımları için 8 Trilyon Dolar para ayırdı ve bu yatırımı zaten yapıyor, yapmaya devam edecek. Bunu da güzergah üzerindeki ülkelere borç vererek yapıyor. Bu yolla Pekin’den yüklenen bir mal, hızlı tren ile 12 günde Londra’ya ulaşacak.

    Bu yolun en kritik geçiş güzergahlarından birisi de Türkiye üzerinden olanı. Özellikle Körfez geçiş köprüsü olan Osman Gazi Köprüsü ile İstanbul Boğazı’ndaki 3. köprü olan Yavuz Sultan Selim Köprüsü kritik öneme sahip akışı-geçişi hızlandıran geçitler. Bu anlamda da Türkiye’nin projedeki önemi çok artıyor. Türkiye bu gelişmeyi daha önceden görüp okuduğu için tedbirini alıp yatırımı realize etti. Hatta yakın tarihte Yavuz Sultan Selim Köprüsü’nden geçecek demiryolu hattının ihalesine çıkılacak. Böylece hem Bir Kuşak Bir Yol hem de Kalkınma Yolu projelerinde aktif bir demiryolu hattı yapılmış olacak.

    ABD, Bir Kuşak Bir Yol projesi nedeniyle ileriki yıllarda sıkıntıya girecek ülkelerin başında geliyor.

    Neden mi?

    Bu soruyu yanıtlamak için başa sarıp bir özet yapmak gerekiyor.

    Amerika, 20 yüzyılın başında Dünya Hakimiyetini tesis etmek için Amerikan donanması Amirallerinden ve tarihçi Alfred Thayer Mahan’ın geliştirdiği Deniz Hakimiyeti Teorisi (Sea Power)’ni ABD Başkanı Theodore Roosevelt’i etkileyerek kabul ettirmiş ve Amerika’yı etkili bir deniz gücü haline getirmiştir.

    Alfred Thayer Mahan’ın İngiliz devletinin yükselişi döneminde denizcilik tarihini incelemiş denizlerin, özellikle de stratejik öneme sahip dar su yollarının kontrolünün büyük güç statüsü için hayati öneme sahip olduğu sonucuna varmıştır. Mahan, “Deniz Gücünün Tarih Üzerinde Etkisi/1660-1783” isimli çalışmasında şunları aktarmakta:

    -Denizler karalara göre çok daha iyi hareket kabiliyeti ve ulaşım sağlamaktadır.

    -Denizcilik gücü dünya rezervlerinin daha büyük bir bölümü ile irtibatlıdır.

    -Denizcilik gücü, askeri kuvvetler kadar ekonomik ve politik etkinlikleri de daha kolay ve ekonomik bir biçimde, dağıtabilir, yayabilir.

    -Denizcilik gücü, Süveyş Kanalı, Cebelitarık, Seylan, Singapur, Babülmendep Boğazı, Türk Boğazları, Seylan Kanalı, Tayvan Kanalı, Kore Kanalı, Hürmüz Boğazı, Florida Boğazı ve Yukaton Boğazı gibi kritik noktaları kontrol altında tutarak dünya ticaretine hakim olabilir.

    -Kara sınırları emniyette olmayan hiçbir devlet, nispeten güçlü bir ada devleti ile deniz üstünlüğü için başarılı bir şekilde mücadele edemez.

    Washington yönetiminin Mahan’ın çalışmasını keşfettiği dönemde, ülkenin tarımsal üretim fazlalığı ciddi bir ekonomik krize yol açmıştı. Mahan, yukarıda aktardıklarımızın yanı sıra, o tarihlerde ABD’nin ordu politikaları nedeniyle pasivize ettiği donanmayı savaş zamanındaki gibi yeniden canlandırması gerektiğini, yeni pazarların fethedilmesinin, sadece Amerikan endüstrisine muazzam bir kâr sağlamayacağını, aynı zamanda milyonlarca kişinin işsiz kalmasına yol açan ve politik istikrarsızlık ve karmaşaya neden olan büyük ekonomik bunalımın aşılmasına da yardımcı olacağını savunuyordu. Mahan, güçlü bir donanmanın, sadece denizlerin kontrolünü ele geçirerek ve dünya kaynaklarına erişim yollarını açık tutarak ekonomik kalkınma sağlamayacağını, bunlara ek olarak da düşmanın bu kaynaklara ulaşımını engelleyerek onun ekonomisini de bozabileceğini söylüyor, “Savaş dövüşmek değil, ticarettir” sözünü savunuyordu. (Selin M. Bölme, “İncirlik Üssü-ABD’nin Üs Politikası ve Türkiye”, İletişim Yayınları, Birinci Baskı, 2012, s. 76-77)

    Amerika dünya ticaretine hakim olan dünyaya hakim olur düsturundan hareketle deniz ticaret yollarına hakim olmak için Deniz Hakimiyet Teorisini oluşturan stratejiye bağlı olarak su yollarını kontrol amacıyla güçlü bir donanma oluşturdu, Kenar Kuşak Teorisi ve Deniz Hakimiyet Teorisi çerçevesinde dünyada yüzlerce deniz ve hava üssü tesis etmiştir. (Dünyadaki Amerikan üsleri konusunu bir başka yazımızda detaylı inceleyeceğiz-CB)

    Böylelikle Deniz Ticaret Yollarına hakim olarak ham madde ve mamul maddelerin üretim ve tüketim merkezleri arasındaki sevkiyatını kontrol eder hale gelmiştir. Zbigniew Brzezinski, Soğuk Savaş’ın galibi ABD’nin deniz hakimiyetini “Büyük Satranç Tahtası”nda şu şekilde aktarmaktadır:

    “…Amerika’nın bugünkü küresel gücünün etkinlik alanı ve yayılımı benzersizdir. ABD yalnızca dünyanın bütün okyanuslarını ve denizlerini kontrol etmekle kalmayıp kendi gücünü siyasi olarak önemli biçimlerde ülkelerin içine yansıtabilen, amfibi kıyı kontrolü için iddialı askerî yetenek geliştirmiştir.” (Zbigniew Brzezinski, “Büyük Satranç Tahtası / Amerika’nın Önceliği ve Bunun Jeostratejik Gerekleri”, Sabah Kitapları, 1998, s. 23)

    Brzezinski’nin bu cümlesinden çıkan sonuca göre bütün okyanusları, denizleri kontrol eden ABD ayrıca bu donanma gücüyle ülkeleri siyasi ve ekonomik olarak denizden baskılıyordu.

    ABD ayrıca dünya ticaretine hakim olmak için finansal hakimiyet tesis etmenin de gerekli olduğunu gördüğü için, İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde, 1944 yılında Amerika’nın New Hampshire eyaletinde yer alan Bretton Woods kasabasında 44 ülkeden delegeler ile bir araya gelerek veya onları bir araya getirerek yeni bir uluslararası para ve ekonomik sistemi oluşturmak amacıyla bir anlaşma imzalanmasını sağlamıştı. Bu sayede ABD Dolarını uluslararası ticarette geçer akçe haline getirmişti. 1-22 Temmuz 1944 tarihleri arasında yapılan konferansın en önemli sonuçlarından biri olarak “Dünya Bankası” ve “IMF” kuruldu. 1958 yılından itibaren anlaşma işlevsel bir hal aldı. Bretton Woods anlaşması ile dolar, altına dönüşebilen tek para birimi olarak kabul edildi. Anlaşmaya göre; 1 ons altın 35 dolar olacak şekilde düzenlenmiş, Amerikan doları altının yerini almış ve diğer para birimlerine göre değeri artmaya başlamıştı.

    Amerikan ekonomisindeki şahlanma dönemi 1970’li yıllara kadar sürdü. 1970’li yıllardan itibaren ABD büyük çapta dış ticaret açığı vermeye, Amerikan doları da değer kaybetmeye başladı. Bunun sonucu olarak elinde dolar bulunan ülkeler dolar karşılığında ABD’den altın talep ettiler. Bir müddet sonra altın talebini karşılayamayan Amerika doların değerini serbest bıraktı ve altın karşılığını kaldırdı.

    ***

    Mısır-Suriye ile İsrail arasında 6 Ekim 1973 tarihinde başlayan savaş sonrası Mısır, Suudi Arabistan’ı, İsrail’in en büyük destekçisi ABD’ye karşı petrol ambargosu uygulaması konusunda ikna etti. İran, Suudi Arabistan ve diğer birkaç petrol üreticisi Arap ülkesi petrol fiyatlarını yüzde 70 oranında arttırdıklarını duyurdu. Bir yıldan kısa bir süre içerisinde, tüm Arap petrol üreticilerinin ambargoya katılımıyla, petrolün varil fiyatı beş kattan fazla arttı. Petrol krizi olarak bilinen ambargo, ABD’de büyük bir yıkıma yol açtı. Bunun üzerine dönemin ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger’in planı devreye girdi. Suudi Arabistan’ın, böyle bir ambargoyu tekrarlamaması karşılığında ABD, Suudi hanedanının bekâsını diplomatik ve askeri anlamda garanti edecekti. Suudi Arabistan ise petrolünü dolar karşılığı satacaktı ve elindeki ihtiyaç fazlası PETRO*DOLAR ile ABD Hazinesi’nden değerli kağıtlar alacak; Amerika’da bu sermayenin kârıyla, ABD mal ve hizmetlerini Suudilere müthiş bir katma değerle geri satacaktı. Suudiler bu teklifi kabul etti. Modern Suudi Arabistan, kendi parasıyla Amerikan şirketlerince yeniden inşa edildi. Böylece Petro-Dolar Döngüsü’nün ilk çevrimi başlamış oldu.

    Bu durum, Suudi Arabistan’ın halen İsrail’e neden çok sert tavır takınmadığını, Irak’ın işgal sürecine nasıl yardımcı olduğunu, Suriye iç savaşının kanlı günlerinde neden Suudi Arabistan-BAE-Mısır ile İsrail birlikteliğinin kurulduğunu, Suriye’nin kuzeyinde neden PKK/PYD/YPG’ye destek verildiğini vs. anlamaya yardımcı olacaktır.

    Kurulan Petro-Dolar döngüsü ile;

    – Petrole bağımlı tüm ülkeler, petrol alışverişi yapabilmek için dolarla borçlanır veya dolar rezervi bulundurur hale geldi.

    – Çin, petrol bağımlılığı nedeniyle bütün ihracatını Amerikan doları ile yapmakta, bütün rezervini bu para birimi ile korumaktadır.

    – Bunu sağlamak ve istismar etmenin yolu; ABD’nin, hiçbir karşılığı olmayan Amerikan Doları basma ve yaymasıdır. Dolar kuruyla istediği gibi oynayıp, dünya ekonomisini istediği gibi yönlendirmektedir. Ülkeleri borçlandırarak kendine bağımlı hale getirmektedir.

    ***

    Şimdi gelelim günümüze…

    Amerika’nın uzunca bir süredir dünya ticaretindeki payı azalıyor, ekonomik olarak kendisini zorlayan yeni oyuncular ortaya çıkıyor. Önceleri başta Almanya ve Avrupa Birliği’nin başat ülkeleri İngiltere, Fransa hep birlikte bir ekonomik güç olarak ABD’ye rakip iken ve Uzakdoğu’da bir tek Japonya’dan bahsedilirken bugün başta Çin, Hindistan, Güney Kore, gibi sanayi üretimi ve teknoloji üretiminde öne çıkan yeni ülkeler görüyoruz. Yanı sıra hammadde ve enerji üreten/temin eden Rusya, Brezilya, İran, Suudi Arabistan, Venezuela gibi ülkeler de öne çıkıyor.

    Hatta Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin, Güney Afrika’nın İngilizce isimlerinin kısaltmasının ilk harfleriyle anılan BRICS’in, yeni katılan ülkelerle birlikte, satın alma paritesi açısından dünya üretimine yaptığı katkı G-7 ülkelerini geçmiş oldu. 2023 yılı verilerine göre yeni üyelerle birlikte BRICS dünya üretiminin yaklaşık yüzde 40’ını üretirken, ABD, İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, Japonya ve Kanada’dan oluşan G-7 ülkelerinin toplam katkısı yüzde 30’da kaldı.

    Türkiye’nin bağımsız askeri ve ekonomik politika üretme manevralarını bir önceki yazımızda aktarmıştık. Türkiye gibi küresel etki yapan bölgesel güçlerin ortaya çıkması neticesinde ABD’nin ekonomik, siyasi ve üsler yazımızda detaylarını aktaracağımız askeri çekilmesi, bu ülkenin küresel hakimiyetini sarsar hale geldi.

    Bu nedenle de küresel hakimiyetini devam ettirebilmek için enerji bölgelerini ve Doğu Akdeniz gibi ileride oluşacak yeni enerji bölgelerini kontrol etmeye yönelik her türlü faaliyette bulunmaya kendini mecbur görüyor.

    Küresel ticarette deniz yollarının önemini azaltacak ve kendi kontrolünde olmayacak “Bir Kuşak Bir Yol” gibi projeleri devre dışı bırakmak veya kontrolüne almak amacıyla bölgesel kaos planlarını devreye sokuyor.

    ABD ve arkasındaki küresel odaklar dünya hakimiyetini kaybetmemek adına bu nedenle Ukrayna-Rusya Savaşı’nın kontrollü bir biçimde uzamasını, Hamas-İsrail, İsrail ile İran-Hizbullah gerginliklerinin devam etmesini, Tayvan-Çin ve Çin ile AUKUS ülkeleri arasındaki gerginliklerin devamını arzu ediyor. Bu suretle ABD, Körfez’in güvenliği adına Körfez’de kalmaya, Ukrayna-Rusya savaşı nedeniyle Avrupa ile Rusya’nın arasını açıp Rusya’yı yormaya, Avrupa’yı kendisine daha bağımlı hale getirmeye, Çin ile Avrupa’nın ticaretini engelleyip/sınırlayıp Çin’i durdurmaya çalışıyor.

    Bugün ülke olarak yaşadığımız sıkıntıların/gelişmelerin temelinde işte bu yeni dünya düzeninin nasıl bir şekil alıp hangi dengeye oturacağı mücadelesi yatıyor. DAEŞ’ten PKK/PYD-YPG’ye ve FETÖ’ye, terörden darbe/işgal girişimlerine, finansal/ekonomik saldırılardan, Türk milletini birbiriyle ayrıştırıp kutuplaştırma çabalarına ve sert siyasi söylemlere, bölgemizde yaşanan Irak ve Suriye savaşları nedeniyle ülkemize göç eden milyonlarca mülteciye varıncaya kadar bütün sorunların temelinde Küresel Hakimiyet temelinde yeni dünya düzeni mücadelesi yatmaktadır.

    Yeni dünya düzeninde Türkiye son derece önemli bir ülkedir. Dengeleri değiştirebilecek bir ağırlığa sahiptir. Hinterlandında etkileyebileceği bir çok ülke vardır ancak bu imkanını bugüne kadar kullanmamıştır, kullandırmamışlardır. Fakat bu durum, Türkiye’nin imkanlarını bundan sonra kullanmayacağı anlamına gelmemelidir. Libya ile yaptığımız anlaşmadan tutun da Karabağ üzerinden Azerbaycan ile birlikte Kafkasya dengesi kurmaya, Somali’nin denizlerinde Türk donanmasının varlık göstermesinden Mavi Vatan doktrinine kadar birçok adım bu kapasiteyi harekete geçirme adımları olarak yorumlanabilir. Zaten ABD’liler başta olmak üzere Batılı stratejistler bu analizleri yapıyor. Türkiye güçlendikçe bu imkanlarını kullanma kapasitesi daha da artacaktır.

    Bu nedenle dünyadaki gelişmeleri bilelim, oynanan oyunları görelim, birbirimize karşı fikirlerimizi söze/söyleme çevirirken imbiğimizden geçirip birbirimizi kırıp dökmeden, yaralamadan, ülkemize faydalı olacak bir üslupla söyleyelim. Kamplaşmayalım, kutuplaşmayalım, düşmanlaşmayalım. Değerlerimizi değersizleştirmeyelim…

    Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün söylediği gibi iç cepheyi sağlam tutalım.