WOTTV E-DERGİ
DOLAR 32,2750 -0.04%
EURO 35,1008 -0.07%
ALTIN 2.467,210,05
BITCOIN 2103750-1,24%
Faruk Taşçı

Faruk Taşçı

15 Mayıs 2024 Çarşamba

    İslam Ülkeleri “Mutlu” Değil mi?

    İslam Ülkeleri “Mutlu” Değil mi?
    0

    BEĞENDİM

    Prof. Dr. Faruk TAŞÇI – 15 Mayıs 2024

     

    Dünya genelinde 2 milyar civarı bir Müslüman nüfus bulunuyor. Müslüman nüfusun çoğunluğu İslam İşbirliği Teşkilatı’na (İİT) üye 57 ülkede bulunmakla birlikte, İİT’ye üye olmayan başka ülkelerde de Müslümanlar var.

    Dünya Mutluluk Raporu

    Böyle bir bağlamda, etkili bir haber portalındaki “Dünya Mutluluk Raporu” ile ilgili haberin ilk cümlesi aynen şöyle veriliyor: “Finlandiya, Birleşmiş Milletler destekli yıllık Dünya Mutluluk Raporu’nda yedinci kez dünyanın en mutlu ülkesi oldu.”

    Haber metninin devamında şu ifadeler dikkat çekiyor: “Araştırmaya göre, Finlandiya, yedinci yıl üst üste dünyanın en mutlu ülkesi oldu. Birleşmiş Milletler destekli yıllık Dünya Mutluluk Raporu’nda diğer İskandinav ülkeleri Danimarka, İzlanda ve İsveç ilk 10’da yer aldı. Afganistan, Taliban’ın 2020’de yönetime gelmesinin ardından 143 ülke arasında en alt sıralarda kaldı.”        Haber metninin devamında “Mutluluk raporunda Türkiye, 4.975 puanla genel tabloda 98. sırada yer aldı.” bilgisi de dikkatlere sunuluyor.

    Söz konusu haber portalının Afganistan üzerinden “İslam alerjisi” ve genel manada “Türkiye hazımsızlığı” başka bir yazının konusu. Bu nedenle burada sadece şunu sormakla yetinelim: Gerçekten İslam ülkeleri “mutlu” değil mi?

    Bu sorunun cevabını vermek için öncelikle Dünya Mutluluk Raporu’nun bağlamına bakmak gerekiyor. Dünya Mutluluk Raporu’nda ülkeler arasında ortalama mutluluğu açıklayan regresyonlar için “kişi başına düşen GSYİH, sosyal destek, doğumda sağlıklı yaşam beklentisi, yaşam tercihleri yapma özgürlüğü, cömertlik ve yolsuzluk algısı” kullanılıyor.

    Kişi başına düşen GSYİH’ndan kastedilen belli. Sosyal destek denilince “Başınız sıkıştığında, ihtiyacınız olduğunda size yardım edeceklerine güvenebileceğiniz akrabalarınız ya da arkadaşlarınız var mı, yok mu?” sorusunun cevabına bakılıyor. Doğumda sağlıklı yaşam beklentisine ilişkin zaman serileri, Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) Küresel Sağlık Gözlemevi veri havuzundan alınıyor.

    Yaşam tercihleri yapma özgürlüğünde “Hayatınızda ne yapacağınızı seçme özgürlüğünüzden memnun musunuz yoksa memnun değil misiniz?” sorusu, cömertlikte “Geçtiğimiz ay bir hayır kurumuna bağış yaptınız mı?” sorusu ve yolsuzluk algısında “Yolsuzluk hükümet genelinde yaygın mı, değil mi?” ve “Yolsuzluk işletmelerde yaygın mı, değil mi?” soruları var.

    İslam Ülkeleri Neden “Mutlu Değil” Görünüyor?

    Bu bağlama göre ülkelere mutluluk puanları veriliyor. Çıkan sonuçlarda İslam ülkelerinin hemen hepsi “mutlu değil” görünüyor. Bu durumu anlamlandırmak iki türlü olabilir: Ya İslam ülkeleri hakikaten çok mutsuz ya da Dünya Mutluluk Raporu’nun mutluluk göstergeleri İslam’a (ülkelerine) göre değil. Birincisine meyletmek en kolay olanı ama ikincisi ile ilgili birkaç not düşmek daha mühim. Burada mutluluk “türleri” önemli bir açılım sunuyor.

    Mutluluk türlerinden biri, “bir şey ile” veya “bir şeyden” mutlu olmak. Burada mutluluk için bir “şey” gerekli. Örneğin elde edilen gelir ile bu mutluluk gerçekleşebiliyor, ancak önemli mesele şu ki “ne kadar gelir insanı mutlu eder?” “Arzularını bir türlü tatmin edemeyen nefis” sahibi ve örneğin cebine (kişi başı GSYİH) 30 bin dolar giren insanlardan oluşan bir batılı ülke insanı mı yoksa azimle helalinden çalışıp “ihtiyaçlarını gideren mutmain nefis” sahibi olan bir İslam ülkesi Müslüman insan mı?

    Mutluluk türlerinde ikincinde kişinin kendisini “mutlu hissetmesi” bulunuyor. Burada mutluluk için herhangi bir şeyin varlığı şart değil; olması gereken, sadece duygu. Bu bağlamda belki de görünürde bir şey yok ama mutlu hissetme var. “Adam saraylarda yaşıyor, bir sürü hizmetçileri var, altında çeşit çeşit arabalar var” dense de “buna rağmen bir türlü mutlu olamıyor” laflarını duymak sıradan bir durum. Tersinden adamın elinde bir şeyi yok, “ağzı kokuyor” diye küçümsenen bazı gariplerin mutlulukları imrendirecek cinsten olabiliyor.

    Yine “mutlu bir yaratılışa veya kişiliğe sahip olmak” mutluluk türlerinden. Bu anlamda belki mutlu hissetmek de kişilikle ilgili. Mutluluk için aykırı “görünen” bir durum olarak, mesela, her ne zorluk olursa olsun neşeli bir kişiliğe sahip olmak, insanı mutlu kılabiliyor. Hacıyatmaz tabiatlı insanların İslam dünyasında varlığı, “sabır” kavramından dolayı daha çok olsa gerek; bu nedenle sabredenlerin mutlulukları da çok oluyordur.

    Son olarak, mutlu olmak aynı zamanda, “mutlu bir hayata sahip olmak” demek. Burada, hayata karşı olumlu tutum sahibi olmak var. Bu da bilişsel ve duygusal bir karışım demek, yani çok öznel; çünkü bilişsel yön, hayatı olumlu görmeyi, dengeli duruşu ve ölçüyü temsil ediyor. Hal böyle olunca, “hayrın de şerrin de Allah’tan olduğunu” kabul eden Müslümanlar mı daha mutlu olmalıdır yoksa Allah’ı paranteze alanlar mı?

    Özetle; (daha detaylı açıklamalara ihtiyaç olmakla birlikte) İslam ülkeleri için ayrı bir mutluluk endeksi gerekiyor. Çünkü mevcut mutluluk endeksleri Müslümanlara ait kavramların, inançların, olayların ve amellerin mahiyetini yansıtmıyor, yansıtamaz; çünkü karanlık ile bakır ile altın bir değildir! Bu nedenle İslam ülkelerini, Batı’nın ölçülerine göre değerlendirmek adil olmaz. Bununla birlikte İslam Ülkeleri Mutluluk Endeksi’nin temel standart ilkeleri olması gerektiği gibi, her ülkeye has örfi/yerel mutluluk ölçülerinin de endekse dahil edilmesi elzem. Bu mesele, başka bir yazıyı hak ediyor.

    Devamını Oku

    Çalışma Hayatında Bereket Mi Verimlilik Mi?

    Çalışma Hayatında Bereket Mi Verimlilik Mi?
    0

    BEĞENDİM

    Prof. Dr. Faruk TAŞÇI – 10 Mayıs 2024

     

    Kavramların dünyası bir acayip; acayip olduğu için de hem çekici hem de girift. Mesela genel hayatta veya özelde çalışma hayatında “on numara iş çıkarmak” ya da “her şeyi tıkırında gitmek”, “çok kazanmak” acaba ne anlama geliyor?

    Çalışma Hayatında Amaç

    Bu sorunun cevabı yani kavramların izahı, kavramlara yüklenen anlamlara göre kendine farklı zeminler buluyor. Mesele, çalışma hayatının amacı ile ilgili. Hal böyle olunca soru şudur: Çalışma hayatında amaç kişinin şahsi çıkarlarına mı dayalı yoksa Allah’ın rızasına mı?

    İnsanın elbette şahsi çıkarları olabiliyor; X ürününü almak çıkarına uygun olabiliyor, Y ürününü almak çıkarına ters gelebiliyor. Bunun sorunlu bir yönü yok. Sorun, X ürünü çıkarına uygun ya da Y ürünü çıkarına ters diye her yolun mübah görülmesi; bu minvalde çıkarına uygun olanlara destek verenlerin baş tacı yapılması çıkarına ters olanların yanında duranların gerekirse imha edilme çabası sorunun âlâsı. İşte bunların hepsi çalışma hayatında şahsi çıkar temelli amaçlar.

    Şahsi çıkar olsa da temeli Allah rızası olan çalışma hayatı da mümkün. Mesela otomatik olarak “işçiyiz haklıyız” değil de “işçisiz, çıkarımıza uygun olsun olmasın, haklıysak haklıyız” yaklaşımı ya da “patronuz haklıyız” değil de “patronuz, güçlü olup olmamamızdan bağımsız olarak, haklıysak haklıyız” yaklaşımı çalışma hayatında Allah’ın rızası. Yani çalışma hayatında işçi veya patron olmaktan kaynaklı güçlü/güçsüz (çıkar) odaklı hak anlayışının değil de sadece haklı/haksız merkezli hak anlayışının varlığı.

    Amaca Göre Ya Bereket Ya Verimlilik

    Dolayısıyla Allah’ın rızası varsa çalışma hayatında her zaman “bereket” var demektir, Allah’ın rızası yoksa veya zayıfsa çalışma hayatında (yer yer) “verimlilik” olabilse de çalışma hayatının bereketi kaçmış demektir.

    Çünkü bereket, sözlükte “artış, bolluk, genişlik, hayır, devamlılık” anlamlarına geliyor ve bu anlamı tamamlayan kavramsal anlamıyla bereket, insana Allah tarafından verilen maddi ve manevi hayrın sürekli olması ve bir nevi sabitlenmesi demek oluyor. Kendisinde bu hayrın (çokça) bulunduğu kimse veya nesne de “mübarek” kabul ediliyor.

    Bununla birlikte bereketi, sadece artma veya çoğaltma ile eşdeğer görmemek gerekiyor, çünkü bereket çokluk veya azlık ile doğrudan ilgili değil, süreklilik ile ilgili. Bu nedenle bazen “bir, çoktur.” Bir futbol takımının Messi’si varsa, birçok futbolcudan daha kıymetli oluyor; evet sayıca bir oluyor, ama o futbol takımına faydası/hayrı, birçok futbolcudan daha fazla ve sürekli oluyor.

    Dolayısıyla bereket, verimlilik de değil; çünkü verimlilikte aslolan, sonuçtaki sayıca fazlalık. Hâlbuki berekette fazlalık söz konusu olabiliyor ama ille de şart değil; az bir şey bile bereket ile nice çoklardan daha çok anlam ifade edebiliyor. Elmas azdır ama nice taşları toplasak, bir elmas etmezler. Bu anlamda “bollukta bereketsizlik” tabiri, çokça kazanç ve verimlilik olsa bile, elden kolayca çıkmasına ve değersiz olmasına atıf yapması açısından dikkate değer.

    Özetle, tüm mesele çalışma hayatında 4’ün 5’ten büyük olduğunu görmek; çünkü helal olan 4 bereketlidir ve haram olan ama sayıca görüntüde çok ve verimli görünen 5’ten büyüktür ve yücedir.

    Devamını Oku

    Merhametten Maraz Doğar mı: Sosyal Politikalarda “İstihbarat” Riskleri

    Merhametten Maraz Doğar mı: Sosyal Politikalarda “İstihbarat” Riskleri
    0

    BEĞENDİM

    Prof. Dr. Faruk TAŞÇI – 06 Mayıs 2024

     

    İnsanoğlunun yaratılışında güzel özellikler de var kötü özellikler de; “insan kalmak” için yapılması gerekense güzel özellikleri devreye sokmak, kendi hayatında, toplumda ve devlet düzleminde güzel özellikleri hakim kılmaya çalışmak. Elbette birçok güzel özellik sayılabilir ama bunlardan adalet, doğruluk ve merhamet, geri kalan güzel özellikleri de şekillendiren özellikler.

    Öte yandan, “merhametten maraz doğar” atasözü bulunuyor. Bundan kastedilen şey, merhametten vazgeçmek veya merhamet etmemek değil elbette, ama aşırı merhamet göstermenin bazen istenmeyen neticelere kapı aralayabileceği, vahim zararlara neden olabileceği; dolayısıyla merhametin bir sınırının olması gerektiğidir.

    Acaba sosyal politikalarda böyle bir risk alanı var mıdır ve özellikle bir devletin en önemli güvenlik/savunma reflekslerinden biri olan “istihbarat” alanı için sosyal politikaların merhamet yüzü risk doğurur mu?

    Hassas Gruplara Sosyal Politikaların Yapılması

    Çocuklar ve gençler için çeşitli kalemlerde sosyal politikalar yapılıyor. Özellikle kimsesiz veya muhtaç çocukların devlet koruması altına alınması en bilineni. Yine bağımlılık sorunu yaşayan gençlerin rehabilite edilmesi noktasında yapılanlar da var.

    Kadınlar için birçok sosyal politika hamlesi içinde mağdur duruma düşen kadınların korunma altına alınması, onların istismar edilmelerinin önüne geçilmesi için devletin birçok açıdan devreye girdiği biliniyor.

    Bakıma muhtaç ve yoksul durumunda engellilere ve yaşlılara yapılan birçok sosyal politika adımları da var. Bu adımlar ile engellilerin veya yaşlıların aile ve toplum içinde ayakta kalmalarına destek verilmeye çalışılıyor.

    Göçmenler için de sosyal politikalar uygulanıyor. Göçmenlere yönelik ayni ve nakdi destekler yanında, topluma uyum sağlamaları adına çeşitli yöntemlerle bir dizi adımların atıldığı da görülebiliyor.

    Hassas Grupların İstihbarat Aparatı Olabilme Riski

    Bu ve bunlardan daha fazlası, Türkiye’de sosyal politikalar adı altında hassas (dezavantajlı) gruplara yönelik uygulanıyor. İşte burada, adalet ve doğruluk yanında merhametin de gereği olarak yapılan bu uygulamaların acaba istihbarat açısından riskleri olabildiği hesaba katılıyor mu sorusu akla geliyor.

    Örneğin, gençler denildiğinde uluslararası öğrenciler önemli bir alan. Türkiye’de 350 bin uluslararası öğrenci bulunuyor. Bunların yaklaşık 18 bini, stratejik ülkelerden seçilen kritik bölümler/programlar temelinde Türk devleti tarafından burslandırılmış durumda; bu, önemli bir hamle ama bu hamlenin muhatabı olan uluslararası öğrencilerden bir kısmını dış istihbarat servislerinin aparatı olma riski de var.

    Yine örneğin toplumdaki her yaştan yoksul kesime yönelik sosyal politikalar önemli. Bu kesimlerin ihtiyaçlarını giderme adına yapılan onlarca kalem sosyal yardım bulunuyor. Bunların çoğunluğu merkezi yönetim, bir kısmı belediyeler ve az da olsa STK’lar tarafından yapılıyor. Yoksul olanların bir kısmının yoksullukları nedeniyle maddi imkansızlıklar yaşaması ve maddi imkansızlıklarını giderme noktasında dış istihbarat servisi güdümlü bazı STK’ların kendilerine kanca takmaları da mümkün; bu yönüyle ülke güvenliği için bazı yoksullara yönelik bazı STK’ların sosyal politikaları riskli olabiliyor.

    Benzer risk, kadınların hak mücadelelerinde görülebiliyor. Kadın hakları, sosyal politikalar için önemli ancak bazı kadın hareketlerinin arkasında kadınların iyi niyete dayalı hassasiyetlerini kötü niyetle “kullanabilen” dış istihbarat aktörlerinin olabildiği de bir gerçek.

    Tüm riskleri bünyesinde cem edebilen bir de göçmenler grubu var. İster genç, ister yoksul, ister kadın, ister engelli-yaşlı bağlamında olsun göçmen olmak başlı başına “karmaşık” bir alana denk geliyor çünkü göçmen için “dışlanma” riski var ve her dışlanma riski göçmeni “dış istihbarat aktörlerine maşa yapma” riskini de beraberinde getirebiliyor. Bazen, dışlanma riskinden bağımsız olarak, bazı göçmenler baştan beri zaten “dış istihbarat aktörlerinin elemanı” olabiliyor.

    Sonuçta; bünyesinde adalet, doğruluk yanında merhameti de barındıran sosyal politikalar toplumun huzur ve barışı için önemli bir araç; bu nedenle muhtaç durumdaki hassas (dezavantajlı) gruplara sosyal politikaları uygulamak önemli ve gerekli. Bununla birlikte sosyal politika uygulanan hassas grupların “dış istihbarat aktörleri” eliyle başka “hassas” işlerin parçası yapılma riskleri olduğunu da unutmamak, ona göre tedbirler almak ve var olan tedbirleri artırmak da şart.

    Devamını Oku

    “Mülk Allah’ın”sa Bireyin veya Toplumun Mülkiyeti Yok Mu?

    “Mülk Allah’ın”sa Bireyin veya Toplumun Mülkiyeti Yok Mu?
    0

    BEĞENDİM

    Prof. Dr. Faruk TAŞÇI – 02 Mayıs 2024

     

    İnsan, doğuyor, yaşıyor ve ölüyor; bu süreçte acısıyla tatlısıyla birçok şey ile muhatap oluyor. Bazen seviniyor bazen üzülüyor, bazen gülüyor bazen ağlıyor, bazen neşeleniyor bazen hüzünleniyor, bazen konuşuyor bazen susuyor. Yani “insan, muazzam muamma”! Bu muamma varlık için birçok mesele gündeme geliyor; bunlardan biri de “mülk”.

    “Mülk Allah’ın” ve Şahsi Mülkiyet

    Mülkün veya genel manada varlığın gerçek ve mutlak sahibi sadece Allah; göklerin ve yerin ve bunlar arasındakilerin, göklerde ve yerde olanların ve bunlar arasındakilerin tek sahibi Allah. Hal böyle olunca, insan da Allah’ın, insanın olan da Allah’ın; bu nedenle “veren de O, alan da O” deniyor. Belli bir nizam içinde ister canı veriyor ister canı alıyor, ister mülkü veriyor ister verdiğini alıyor çünkü “mülk Allah’ındır”.

    İnsansa meşru (helâl) olmak kaydıyla Allah’ın mülkünden çeşitli şekillerde mülk (servet / zenginlik) elde edebiliyor. Yani insanın (mesela Marksizm gibi ideolojilerin aksine) şahsi mülkiyeti olabiliyor. Bu nedenle insan, çalışarak, bağış ve miras yoluyla, nafaka, sadaka, zekât, hibe, ödül, ganimet, diyet, mehir gibi değişik helâl yollarla mülkiyet sahibi olabiliyor.

    Mesela aksine faiz gibi haram yollarla servet edinmek Allah’ın mülkünde Allah’a karşı gelmek oluyor. Bu nedenle, insanın helâl yoldan elde ettiği mülk/servet yine helâl yollarda harcanmak durumunda ki mutlak mülk sahibi Allah’a isyan olmamış olsun. Dolayısıyla, helal yoldan elde edilenlerin tasarruf hakkı mutlak manada şahsa ait değil. Bireylerin özel mülkiyetlerine / servetlerine yön veren kurallar var: Mesela servet âtıl durmamalı, âtıl duran servetin zekâtı verilmeli; servetin kullanımında başkalarına zarar verilmemeli yani servet/mülk kapitalistlerin yaptığı gibi güç aracı haline gelmemeli; cimrilik olmamalı israf da olmamalı, toplumun faydasına olan her işte kullanılmalı gibi.

    “Vermek Zorunda mıyım” ya da Toplum Mülkiyeti

    Bu ve benzer kurallar çerçevesinde, mutlak olarak mülkün Allah’ın olduğunu bilen bireysel mülk sahipleri, mülklerini “toplum mülkiyeti”ne dönüştürebiliyor. Yani helâl yoldan mülk elde eden kişiler, isterlerse ellerindeki imkanları kendi gönül rızaları ile (herhangi bir el koyma vs. gibi zor/cebir olmadan) topluma adayabiliyor.

    Eski dönemlerin en yaygın kurumsallaşması olan (ve günümüzde de devam eden) vakıflar bu hamlelerin ürünü. Mesela kimisi ölen bir yakınının adına ve hayrına servetinin bir bölümünü yetimlere yardım olsun diye vakfedebiliyor, kimisi servetinin bir bölümü ile öğrencileri okutuyor, kimisi servetini yoksullara adıyor vs. Böylece insan, Allah’ın mutlak mülkünden kendine düşen şahsi mülkiyeti, toplum mülkiyeti haline getirebiliyor. Böyle yapmakla, elindekilerin hakikatte Allah’tan olduğunu kabul etmiş oluyor ve yine Allah’ın razı olduğu şekilde Allah’ın diğer kullarına (topluma) bir nevi sosyal sorumluluk bilinci ile harcıyor; Hay’dan gelen Hu’ya gidiyor! Bu bakımdan, hakiki sosyal sorumluluk, Hay’dan geleni Hu’ya vermek yani Allah’tan geleni yine Allah’ın kullarına iletme gücü.

    Sonuçta; “Mülk Allah’ındır” diyen (kabul eden) biri, öncelikle Allah’ın kurallarına göre mülk ediniyor olmalı ki bu sözünün bir anlamı/değeri olsun, sonrasında Allah’ın kurallarına göre elde ettiği mülkünü yine Allah’ın kurallarına göre kullanmalı ki bu anlam/değer tamam olsun; ki bu kullanım içinde topluma yönelik olanların olması da mümkün. Bu ise Allah’ın verdiği mülkten Allah’ın diğer kullarına da (çeşitli hayır niyetleri ile) nasiplendirme gibi bir yüce gönüllük ve cömertlik demek.

    Devamını Oku

    Gençlere Sordum: “Sabır mı Şükür mü Daha Üstün?”

    Gençlere Sordum: “Sabır mı Şükür mü Daha Üstün?”
    0

    BEĞENDİM

    Prof. Dr. Faruk TAŞÇI – 24 Nisan 2024

     

    Birkaç gün evvel 30-40 kişilik bir genç grubuylaydık; 10-11. sınıfta okuyan, inançları kavi, vatanlarını seven, yüzlerinde zerre haram lekesinin olmadığı, sîretleri de suretleri de parlak, geleceklerinin de parlak olması için tetikte olan diri bir genç grubu.

    Bağdaş kurarak oturduğumuz sohbethanelerinde selam sonrası ilk kelam olarak doğrudan şu soruyu sordum: “Bizler gibi 40 yaş ve üstü üç nesil birçok zorluk, çile, yokluk gibi imtihanlara maruz kaldık. Sizler gibi yeni nesil ise bizlerin yaşadıklarına pek maruz kalmadı, bilakis belirli nimetlerle muhatap durumdasınız. Şimdi bu durumda bizlerin zorluklara sabretmesi mi sizlerin ellerinizdeki nimetlere şükretmesi mi daha üstündür?”

    Gençler parlak, dinamik ve dikkatli olunca soruya verilen cevaplar peş peşe geldikçe geldi. Birisinin verdiği cevaba bir diğeri usulünce itiraz edip başka delille başka bir cevap verdi. Bir başkası cevabını filanca ayetten delille ortaya koydu, bir diğeri bir hadisi kendisinin görüşlerine delil kıldı, başka biri örneklerle görüşlerini güçlendirdi; müzakere adabı içinde sorunun cevabı arandı.

    Sorunun bir anlamı da şuydu aslında: “Acaba yokluk (mahrumiyet/zorluk) içinde olanın sabrı mı, varlık (refah/bolluk/imkanlar) ile çevrili olanın şükrü mü daha kıymetli?” Bu yönüyle soru, Türkiye’nin son 20 yıllık varlık döneminin nesline, son 20 yılı da sormak demekti. Ama aynı zamanda soru, İslam geleneğindeki en önemli sorulardan biri ve alimlerin üzerinde ittifak edemedikleri bir soru olması hasebiyle, bir grup alimin sabra diğer grup alimin de şükre daha fazla önem atfettiği bir cevaba sahip.

    Hakikaten şükür denilince nimet ile ilişki düzlemi akla geliyor; nimet karşısında dil ile elhamdülillah, kalp ile nimetin kaynağının Allah olduğunu kabul etmek ve bedenle de nimetin hakkını hakkıyla (haramdan uzak helal yolla) vermek söz konusu oluyor. Bu nedenle “nimeti kendinden bilme”, “nimeti istediği gibi elde etme ve harcama” ve “nimet üzerinden güç devşirme” şükre aykırı! Gençler de zaten bunun farkında; farkında oldukları için de zaman zaman hem kendilerine ikaz olacak şekilde sözler söylüyorlar hem de kendilerinden önceki nesillere kızgınlar, “niye nimetin hakkını hakkıyla vermiyorlar, harama tevessül ediyorlar” diye! Hatta bu nedenle bu gençler için bu tipler münafık konumundalar, “Allah deyip yallah götürdükleri”ni düşündükleri için!

    Sabırsa, zorluklarla ilgili; bu nedenle gençlerin kendilerinden önceki nesillerin (büyüklerinin) yaptıkları yanlışlara tahammül etme hususunda zorlandıkları açık, kendilerinden önceki nesillere göre nimetlerle daha çok muhatap olmaları hasebiyle de gençlerin şükür imtihanları da çetin ve bunun farkındalar. Hal böyle olduğu içindir ki gençler, bir yandan bizim ve bizden önceki neslin yaptıkları veya yapamadıklarından kaynaklı sorunlar nedeniyle sabır konusunda imtihandalar, bir yandan da kendi dönemlerinin nimetleri karşısındaki şükür sahibi olup olmamaları açısından imtihandalar! Onlardan önceki nesillerin iddia ettiklerinin aksine işleri kolay değil, ki verdikleri cevaplarda kendilerinin (eski nesillerin sadece sabır imtihanlarından farklı olarak) hem sabır hem şükür açısından imtihanda olduklarını söyleyerek bunu teyit ediyorlar.

    Sorduğum sorunun zorluğu da zaten bundan, ama gençlerin cevapları meselenin gayet farkında olduklarını gösteriyor. Gençler, ister sabır olsun ister şükür olsun neticede en genel manada Allah’ın hoşnutluğunu kazanma, özelde ise bu dünyada veya ahirette mükâfatını alma ile karşılaşacaklarını çok iyi biliyorlar.

    Bu bilinçte oldukları görünce, bir ara gençlere şunu açıkça söyledim: “Gençler, siz zekada sorun yaşayan bir kitle değilsiniz, biz hocaların ne olup olmadığını çok iyi bilirsiniz.” Demek istedim ki lafın eğip bükülmesi gençlerin hoşuna gitmez, eğip bükülse de gençler işin aslını araştırır ve bulur, neticede lafını eğip bükenler gençler nazarında “ahmak” olarak kodlanır.

    Soruya dönecek olursak; mesela sohbet meclisimiz gençlerin bir kısmı için nimet ise nimet bilene şükretmek üstünlük olur, meşakkat ise bu meşakkate sabretmek üstün bir tavır olur. Ya da mesela Türkiye’nin mevcut hali, bazılarına zor/luk görünüyorsa buna sabretmek takdire şayan olur eğer ferahlık olarak telakki ediliyorsa buna şükretmek yücelik olur. Yani şükür veya sabrın üstünlüğü, kişinin halet-i ruhiyesine göre değişkenlik arz eder. Ateş aynı ateş, ama sen ateşi, yemeğini pişirecek veya seni ısıtacak bir nimet olarak görürsen şükretmen icap eder, ateşi seni veya etrafı yakacak bir kıvılcım ya da yangın sebebi görürsen sana sabır gerekir.

    Bu durumda, gençler ve yaşlılar, kadınlar veya erkekler, Ahmetler veya Mehmetler, Ayşeler veya Fatmalar arasında imkanlar veya zorluklar açısından karşılıklı yaftalamaların veya çekişmelerin ne anlamı olabilir ki?

    Netice-i kelam: İster sabır ister şükür söz konusu olsun, üstünlük iddiası ve bundan kaynaklı üstenci tavırlar boşuna; “lafla ekmek-peynir gemisi yürümez” ya da “er meydanda belli olur” denmiştir!

    Devamını Oku