WOTTV E-DERGİ
DOLAR 32,2251 0.06%
EURO 35,1215 0.08%
ALTIN 2.508,120,31
BITCOIN 2139677-0,76%
Fatih Ünlü

Fatih Ünlü

14 Mayıs 2024 Salı

    Kahraman Kimdir? – II

    Kahraman Kimdir? – II
    0

    BEĞENDİM

    Fatih ÜNLÜ – 14 Mayıs 2024

     

    Daha önceki bir yazımızda kahramanlık konusunu farklı bir bakış açısıyla ele almıştık. Bugün de bu konunun çok önemli gördüğümüz bazı yönlerini değerlendirmeye çalışacağız.

    Kahramanlığı önemsiyoruz. Çünkü işlerin akıbetini belirleyenler çoğu zaman kahramanlardır.

    Kahramanlar hem kendilerinde hem de diğer insanlardaki iyi yönlerin ortaya çıkmasına vesile olurlar.

    Bu öncüler en umutsuz anlarda öyle fedakarlıklar yaparlar ki gidişatın tümden değişmesine giden yolu açarlar.

    Günümüzde de gerçek manada kahramanlara ne çok ihtiyaç var.

    Malum, zor zamanlar zorlu mücadeleleri gerektiriyor.

    Zorlu ortamlarda da en çok kahramanlar işin serencamını değiştirecek büyük adımları atabilir.

    Kahramanlar -öncüler olarak- topluma da bir ayna olur ve diğer insanlara da kahramanlık hisleri aşılayabilir.

    Zaten münferit kahramanlıkların genele teşmil olduğu zamanlarda başarı da kısa zamanda gelir.

    Kahraman nasıl ortaya çıkar?

    Kahramanlık imanı – inanmayı, sevgi ve bağlanmayı gerektirir.

    İnsan inandığı zaman, sevdiği zaman daha çok ve daha keskin fedakârlıklar yapabilir.

    İnsan uğruna fedakârlık yaptığı değerlere iman etmişse, gerektiğinde tereddütsüz öne atılabilir.

    Üstad Bediüzzaman “Hakiki imanı elde eden adam kainata meydan okuyabilir.” diyor.

    Yani hakiki imana eriştiği zaman insan, iman ettiği Allah Azimüşşan’ın rızası neyi gerektiriyorsa onu yapar, o kişinin çıkış noktası odur.

    Böyle olunca da, karşıdakinin kendisinden bin kat daha güçlü olması bile onu caydıramaz, çünkü o Kadir-i Mutlak olan, her şeye gücü yeten Allah’a iman etmektedir…

    Kahraman kibirli değildir, olmamalıdır  da. Ama kahramanın özgüveni yüksektir. Ve hepsinden önemlisi o asıl bütün sebeplerin sahibine, “Müsebbbibül Esbab”* olan Allah’a güvenir…

    Kahramanlar hesabi değildir, hasbidir. Bir çıkar beklentileri olmaz.

    Kahramanlar hesabi değildir ama yaptıkları işi akılla ve hesapla yaparlar.

    Sultan Alparslan’ın şu tavrı da buna güzel bir örnektir. Malazgirt’te kendilerinden kat be kat büyük Bizans ordusuyla karşılaştıklarında Alparslan’ın bazı atılgan komutanları çeşitli yöntemler önerirler.

    Alparslan ise çok dikkatli davranır  ve “Neticede gazileri kırdırmak ta var” diyerek çok ince bir yol bulmaya çalışır. Ve sonuçta hilal taktiğiyle o devasa orduya karşı çok az kayıpla büyük bir zafer kazanırlar.

    Kahramanlığın illaki fiziksel güçle yapılması da gerekmez. Hendek’te Hazret-i Selman-ı Farisi’nin yaptığı öneri de büyük bir kahramanlıktır.

    Yine diyelim fiziki güvenlik açısından, sosyal yönden, mali açıdan vs. masum kimselerin saldırılardan korunmasına vesile olacak yöntemler geliştiren kişiler de şüphesiz birer kahramandır.

    Ülkelerinin çok önemli sorunlarını çözebilen kimseler de elbette kahramandırlar.

    Kahramanların önemli bir vasfı da doğru tarafta bulunmalarıdır ve insanlığın hayrına işler yapmalarıdır…

    Kahramanlığın en yoğun hallerinden birisi de şüphesiz şehadettir.

    Şehadet “bu dünyanın ötesi var” inancının en görünür, en ulvi halidir.

    Şehadet ve kahramanlık ortamlarında, normalde bahşedilmesi çok zor olan nefs-i emmare bile geri çekilir. Ve o ortamda kişiler arası uyum da en üst noktalara  çıkar.

    Zaten hep söylendiği üzere, bizi çoğu zaman geride bırakan birbirimizle çok uğraşmamız ve ortak bir gayret oluşturamamamızdır.

    Kahramanlık bazen  de zamana vabestedir.

    Kahramanlık bazen de bir fırsat işidir, ortamını bekler ve zamana vabestedir – bağlıdır.

    Hatırlarsınız, Hz. Enes bin Nadr (r.a) Bedir Savaşı’na bir sebeple katılamamıştı   ve  bu ona çok ağır gelmişti.

    Bir gün Peygamber Efendimiz aleyhisselama “Ey Allâh’ın Rasûlü! Müşriklerle yaptığın ilk savaşta bulunamadım. Eğer Allâh Teâlâ müşriklerle yapılacak bir savaşta beni bulundurursa, neler yapacağımı elbette görecektir.” dedi.

    Hz. Enes bilahare Uhud Gazvesi’ne katıldı. Uhud’da bir ara Müslümanların saflarında dağılmayı görünce arkadaşlarını kast ederek “Rabbim, bunların yaptıklarından dolayı Sana özür beyân ederim.” dedi. Ve müşrikleri kast ederek de “Bunların yaptıklarından da uzak olduğumu bildiririm.” diyerek ilerledi.

    Sonra Uhud’da ye’s içinde ne yapacağını bilemeyen birtakım mü’minlerden Âlemlerin Efendisi’nin şehîd olduğu şâyiasını duyduğunda büyük bir gönül yangını içinde gür bir sesle:

    “–Rasûlullâh şehîd olduktan sonra artık yaşayıp da ne yapacaksınız? Haydi, siz de O’nun gibi savaşarak şehîd olun!” dedi ve müşriklerin üzerine hücûm etti. Bir müddet sonra da seksenden fazla yara almış olarak şehâdet şerbetini yudumladı. (Ahmed, III, 253; İbn-i Hişâm, III, 31)

    El-Ahzab suresinin 23. Ayet-i Kerimesi Hz. Enes bin Nadr ve onun gibi kahramanlar hakkında nâzil olmuştur. Mealen:

    “Mü’minlerden öyle yiğitler vardır ki Allâh’a verdikleri ahde sadâkat göstermişlerdir. Onlardan kimi ahdini yerine getirmiş, kimi de (sırasını) beklemektedir. Bunlar aslâ sözlerini değiştirmemişlerdir.”

    Yine Müslüman olmak için Medine’ye gelen Hz. Vehb ve yeğeni (radiallahu anhum) Peygamberimiz aleyhisselam ve arkadaşlarının düşman ordusuyla karşılaşmak için Uhud’a gittiklerini duyunca oraya gidip Müslüman olmuşlar ve hemen  savaşa katılmışlardı.

    Uhud’un en zor anlarında birçok kez Peygamberimiz aleyhisselamı müşrik saldırılarından korumak için öne atılan Hz. Vehb (r.a.) de o gün 70’den fazla yarasıyla şehit olmuştu. Peygamberimiz de onun için çok dua etmişti.

    Bunlar gönüllerde kahramanlık hisleri ve güzel duygular uyandıran eşsiz kahramanlık örnekleri.

    Kahramanlık bahsinde bir de işin problemli ve çok önemli bir yönünü de kısaca vurgulayalım ki çizdiğimiz tablo çerçeve olarak eksik kalmasın.

    Gerçek Kahramanlar – Sahte Kahramanlar

    Kahramanlarla ilgili çok önemli bir husus da gerçek kahraman ile sahte kahraman ayrımıdır. Ki bu günümüzün en ciddi sorunlarından da birisidir. Bu önemli konu apayrı bir yazıyı hakeder ama biz burada kısa bir giriş yapalım.

    Malum, bir olayların gidişatı içerisinde bir ihtiyaç ortaya çıktığında fedakarlıkları ile temayüz eden gerçek kahramanlar vardır. Bir de insanların önüne çeşitli adlarla sunulan sahici olmayan örnekler, “kahramanlar” vardır.

    Bunun değerlendirilmesi ilk başta subjektif gelebilir. İş “senin kahramanın”, “benim kahramanım” noktasına gidebilir ama zamanla ve sağduyuyla bunun ayrımı da  kolaylaşır. Örneğin bugün bile Kudüs’ü yeniden fethettiğinde, İslami prensiplere riayet ederek kan dökmeyen Selahattin Eyyubi’den en çok mücadele ettiği milletlerin kaynaklarında bile övgüyle bahsedilmektedir.

    Söylediğimizin bunun da ötesinde yönleri de var tabii.

    Şu anda dünyada hükümran olan bazı çevreler, kendi beklentilerine aykırı hareket eden kişilere, bir manada gerçek kahramanlara karşı hızla harekete geçerler. Ama çoğu zaman da onlara engel olamazlar. İşlerini zorlaştırırlar vs. ama neticede o kahramanlar bedel ödeseler de  yapacaklarını önemli ölçüde yapabilirler. Bu arada, birçok imkan, zaman ve kaynak da zayi olabilir doğrusu.

    Fakat neticede, gerçek kahramanlarla mücadele her devrin hükümranlarının belki en zayıf noktasıdır.

    Diğer yandan, bu hükümran çevreler sahte kahramanlar, öncüler üretmede son derece ustadırlar. Toplumu fikren, zihnen, kalben yönlendirebilmek için kendi beklentileriyle uyuşan veya doğrudan o beklentilerin gerçekleşmesi için çalışan kişileri kahraman, öncü vs. gibi adlarla öne sürerler. Topluma tesir etme imtiyazını kendilerine yakın olanlarda görürler. Ve kitleleri bu sahte “kahramanlarla!!!” önemli ölçüde etkileyebilirler de.

    Son dönemlerde sahih bağlanışların çoğundan koparılmaya çalışılan insanın bağlanma ihtiyacı belki de bu şekilde giderilmeye çalışılmaktadır…

    Konu çok tafsilatlı, yazımız da zaten uzadı. Müsaadenizle bugünlük burada bitirelim.

    Allah’a emanet olun.

    Devamını Oku

    Küçülen Aileler

    Küçülen Aileler
    0

    BEĞENDİM

    Fatih ÜNLÜ – 09 Mayıs 2024

     

    Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi (ADNKS) sonuçlarına göre, Türkiye’de 2008 yılında 4 kişi olan ortalama hanehalkı büyüklüğü 2022 yılında 3,17 kişiye, 2023’de de 3.1 kişiye düşmüş. Son dönemde düzenli bir düşüş gözleniyor.

    Bizdeki hanehalkı büyüklüğü ilden ile de çok büyük farklılıklar arz ediyor. 2023 yılında ortalama hanehalkı büyüklüğünün en yüksek olduğu ilimiz 4,9 kişi ile Şırnak; en düşük olduğu ilimiz ise 2,5 ile Çanakkale.

    Aile başına çocuk sayısının azalması ve daha önceki yazılarımızda bahsettiğimiz yalnız yaşayan insan sayısındaki önemli artış ortalama hanehalkı büyüklüğünü düşüren unsurlardan.

    2022 yılında toplam nüfusumuz 85 milyon 279 bin 553 kişi ile nüfus büyüklüğü açısından dünyada 194 ülke arasında 18. sırada. Dünya nüfusunun da %1.1’ini oluşturuyoruz.

    Fakat nüfus artış hızımızda son dönemde çok ciddi bir düşüş yaşanıyor.  1975’te binde 25, 1985’te binde 24,9 olan yıllık nüfus artış hızımız 2022 yılında binde 7,1’e, 2023 yılında binde 1,1’e düşmüş. *1 Dönem dönem dalgalanmalar olsa da nüfus artış hızımız ne yazık ki istikrarlı bir şekilde azalıyor.

    Yaşlanan Nüfusumuz

    Nüfus küçükten büyüğe doğru sıralandığında tam ortada kalan bireyin yaşı olarak tarif edilen “ortanca yaş” ülkemizde 2022’de 33,5 iken 2023’de 34’e çıkmış. Ortanca yaşımızın 1970’de 19 olduğu düşünülünce, nüfus yapımızın yarım asırda ne kadar değiştiği çok daha iyi anlaşılabilir.

    Özetle, nüfusumuz giderek yaşlanıyor. Ülkemiz, “ortalama” ortanca yaşı 44,5 olan Avrupa Birliği ülkelerine göre hâla iyi bir  durumda  ama gidişat önlem almayı gerektiriyor.

    Ortalama ömür beklentisinin artması da ortanca yaştaki yükselişte şüphesiz bir etken -ki bu işin olumlu yönü- ama ortanca yaşı asıl etkileyen yeni doğumların dolayısıyla genç nüfusun nisbi olarak azalması.

    Bu konuda önemli bir gösterge olan toplam doğurganlık hızı ülkemizde süratle azalıyor.  2021’de 1.70 olan  toplam doğurganlık hızı  2022’de 1,62’ye düşmüş.

    Bu rakamın 2014’de 2.14 seviyesinde olduğu düşünülünce buradaki azalmanın hızı da daha iyi anlaşılabilir. Biliyorsunuz, 2.1 seviyesi nüfusun yenilenme eşiği olarak kabul ediliyor.

    2022 yılındaki bu  1,62’lik toplam doğurganlık hızı Ülkemizi bu konuda ne yazık ki Fransa, İrlanda, Danimarka, İsveç ve Hollanda gibi ülkelerin bile gerisinde bırakmış.

    Bunlar nüfus istatistiklerimizde detaylı incelenmesi ve acil önlem alınması gereken sorun alanları… Bunlar gibi başka göstergelerden de önemli ipuçları bulunabilir.

    Yazımızın başından beri nüfus istatistikleri açısından karamsarlığa sebep olabilecek ve önlem alınması gereken göstergeleri öne çıkardık -ki genel durum da ne yazık ki öyle görünüyor- ama tümden olumsuz bir tablo da çizmeyelim ve güzel bir haber de verelim. Ülkemizde belde ve köylerde yaşayan insan sayısı son bir yılda 0,4 oranında artmış.

    2022 yılında yüzde 93,4 olan il ve ilçe merkezlerinde yaşayanların oranı  2023 yılında yüzde 93’e düşmüş. Belde ve köylerde yaşayanların oranı yüzde 6,6’dan yüzde 7’ye yükselmiş. *2

    COVİD döneminde başlayan kırsala yönelme eğiliminin de bir işareti olan bu değişimde seçim dönemi vs. gibi diğer faktörlerin de etkisi varsa, ayrıca araştırılabilir.

    Bu değişim yüzde olarak küçük gibi görünse de rakam olarak  bir yılda 320.000’den fazla insanımızın şehirlerden ve ilçe merkezlerinden belde ve köylere – kırsala yöneldiğini gösteriyor. Önemli bir sayı.

    Nüfus Artış Hızımız Neden Düşüyor?

    Nüfus artış hızımızı etkileyen unsurlara tekrar dönecek olursak, evlenme yaşının artması, evlenme sayısının ve çocuk sayısının azalması, ailenin zayıflaması ve boşanmaların artması, tabii beslenmeden uzaklaşılması ve diğer çevresel faktörler vs. hem nüfus artış hızımızı düşürüyor hem de toplumsal dokumuza zarar veriyor.

    Bazı uzman ve yazarlarımızın da  ifade ettiği üzere ailenin zayıflaması ve nüfus artış hızımızın  sürdürülemez  bir derecede azalması çok ciddi bir milli güvenlik meselesi olarak değerlendirmemiz ve acil önlemler almamız gereken bir sorun. Kıymetli kardeşim Ferhat Ünlü de bu ve benzeri konuları,  sorun alanlarını TGRT hafta sonu ana haber bültenlerinde analiz ve tespitlerle dile getiriyor.

    Bundan 20 yıl kadar önce de, Devlet Planlama Teşkilatı’ndaki (DPT) konuyla ilgili arkadaşlarımız nüfusumuzun  azalma eğiliminde olduğuna ve bu eğilim devam ederse hep övündüğümüz genç ve dinamik bir nüfus yapısına sahip olma vasfımızı yakın zamanda kaybedeceğimize dair çalışmalar yapmış ve bu konuda girişimlerde de bulunmuşlardı.

    Hatırlarsınız, Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip  Erdoğan o dönem  Başbakanken “en az üç çocuk” vurgusunu çokça yapardı.

    Bu konuyu açmışken, DPT’de (daha sonra da Kalkınma Bakanlığı ve SBB’de) uzun yıllar planlama uzmanı ve yönetici olarak çok önemli hizmetlerde bulunan merhum Yılmaz Tuna arkadaşımızı yad etmeden ve ona ve bütün geçmişlerimize Rabbimizden rahmet niyazında  bulunmadan geçmeyelim. Merhum Yılmaz Tuna kardeşimiz de yukarıda bahsettiğimiz soruna en çok dikkat çekenlerdendi. Bu teşhislerin ne kadar doğru olduğu şimdi daha iyi anlaşılıyor.

    Evet, nüfus artış hızımızdaki düşüş acil önlemleri gerektiriyor. İşin çok güçlü ve aşılması gereken sosyolojik, ekonomik, davranış, beslenme, iş şartları, bakım hizmetleri vs. gibi birçok boyutu var.

    Ne yapılabilir sorusuna giriş yapmazdan önce, bir kıyas olması bakımından ABD ve özellikle Birleşik Krallık’taki (İngitere, İskoçya, Galler, Kuzey İrlanda) duruma kısaca  bakalım.

    2022 yılında ortalama hanehalkı büyüklüğü ABD’de 3.13;  Birleşik Krallık’ta ise 2,36 olarak gerçekleşmiş.

    ABD’deki durum rakamsal olarak şu an için Ülkemizle neredeyse aynı. Birleşik Krallık’ta ise ortalama hanehalkı sayısı bizden oldukça düşük. Yalnız şu var ki orada  ailelerin çok çocuk sahibi olmaları yoğun bir şekilde teşvik ediliyor ve bu da sonuç veriyor.

    Ben 24 yıl önce 2000 yılında Londra’da bizzat görmüştüm. 22-23 yaşlarında iki beyaz İngiliz gencin -en küçükleri altı aylık, en büyükleri de 3 yaşında gibi- üç sevimli çocukları vardı. Çocukları arabada ve kucaklarında biraz zor da olsa gezdirmeye çalışıyorlardı.

    -Diğer sebeplerin yanı sıra- bu gençlerin bu kadar erken yaşta üç çocuk sahibi olmalarının önemli bir nedeni de devletlerinin, hükumetlerinin çocuk başına verdiği  hatırı sayılır mali destekti.

    O dönem, Londra’daki nüfus planlama birimleri de “Çocuk sahibi olabilmek için nelere dikkat etmelisiniz” tarzında broşürler de dağıtıyorlardı.

    Ve neticede, önce bazı hatalarla nüfuslarını durma noktasına getiren Batı ülkelerinden olan Birleşik Krallık bu eğilimi bir ölçüde de olsa kırmış durumda. Nüfuslarında dipten gelen bir artış var.

    Bu kapsamda, 2000 yılında 59 milyon olan Birleşik Krallık nüfusunun 2025 yılında 70 milyona çıkacağı, bu artışın bir kısmının mülteci kaynaklı olacağı ve 3 milyonunun da net nüfus artışından geleceği tahmin ediliyor.

    Tahminlerin tutup tutmayacağına bakacak olursak, 2023’te Birleşik Krallık nüfusu 68,27 milyon kişiye ulaşmış. 2025’de ise bu rakamın yaklaşık 69 milyona çıkması bekleniyor. *3 Özetle, tahminler önemli ölçüde tutmuş diyebiliriz.

    İşte önlem alınınca bunların meyvesi kısa ve orta vadede neredeyse hemen görülebiliyor.

    Bizde ise Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren başlayan nüfusumuzu artırma çabaları özellikle 1960’lardan sonra tersine dönmüş ve nüfus artışını azaltmaya yönelik keskin politikalar uygulanmıştır.

    Türkiye’nin nüfus planlaması çalışmalarına Amerika, İsveç ve İngiltere gibi ülkeler yoğun yardımda bulunmuştur. *4

    O dönemde, orta ve uzun vadeli etkiler çok dikkate alınmadan ve eğitim seviyesinin yükselmesi ve refah artışıyla nüfustaki hızlı artış eğiliminin zaten yavaşlayacağı ihtimali göz ardı edilerek yapılan orantısız müdahaleler şimdiki keskin düşüşe giden yolu açmıştır.

    Netice olarak,  1970’li yıllarda  dünyada nüfusu en hızla artan 2. ülke konumundan şu anda Fransa, Danimarka, İsveç ve Hollanda’nın bile gerisine düşmüş durumdayız.

    O dönemleri daha doğru yansıtabilmek için, geçmişte olaya daha doğru yaklaşılması yönünde girişimler de olmuş fakat bunlar neticede zayıf kalmıştır. Örneğin, I. Beş Yıllık Kalkınma Planında “nüfus planlaması” görüşü öne çıkarılırken II. Beş Yıllık Kalkınma Plan’ında bunun yerine “Aile Planlaması” görüşü kendine yer edinmeye başlamış ve bu Plan’dan itibaren anne ve çocuk sağlığı konularına daha çok ağırlık verilmiştir. *5

    Şimdi Ne Yapılabilir?

    Özetle arz edecek olursak, şimdi de nüfus artışımızdaki sürdürülebilir olmayan bu tehlikeli azalmayı telafi için çok etkin bir planlamaya ve bu planı destekleyecek birçok program ve projelere ihtiyacımız var.

    Bu gidişatın farkında olan ilgili kurumlarımızın teşhisleri ve çare arayışları  iyiye işaret. Fakat bu gibi çok boyutlu ve iyice yerleşmiş sorunlarda düzelme ve onarımın yoğun ve çok yönlü çabaları icab ettirdiğini de unutmamak gerek.

    Benim bu konudaki acizane kanaatim şu:

    1-Çok iyi bir koordinasyonla tüm ilgili kurumlarımızın, gönüllü kuruluşların, konuyla alakalı bütün kesimlerin ve en önemlisi tüm toplumun katkısının ve desteğinin alınması lazım.

    2-Sorunun kaynaklarına dair yapılmış ve yapılacak hızlı çalışma ve teşhisler ışığında, mevcut önlemlerin yanı sıra belirlenecek ilave önlemlerin uygulanması için çok yoğun program, proje ve kampanyaların yürürlüğe konulması lazım.

    3-Ailenin ve sosyal dokumuzun güçlendirilmesi ve nüfus alanındaki sorunlarımızın kalıcı çözümü için yaygın ve uzun süreli bir “milli seferberliğin” başlatılması lazım.

    Sosyal hayatımızın da birçok yönden kuraklaşmasına sebep olan toplumsal  dokumuzun ve ailenin zayıflaması ve hanelerin tenhalaşmasının önüne geçebilmek için toplumsal dehamızdan, kurumsal kapasitelerimizden (kamu, sivil toplum, özel) ve dünyadaki iyi örneklerden azami istifade ederek elimizden geleni yapmalıyız…

    Elimizden geleni yapmalıyız. Çünkü söz konusu olan Ülkemizin ve aziz milletimizin geleceğidir ve Ülkemizin katkıda bulunabileceği bölgelerin ve oralarda yaşayan aziz milletlerin geleceğidir.

    Allah’a emanet olun.

    =====

    *1  TÜİK Nufüs İstatistikleri Portalı, https://nip.tuik.gov.tr/
    *2  a.g.p.
    *3  www.statista.com
    *4. Türkiye’de Askeri Darbe Dönemlerinde Nüfus Politikalarına Yönelik Düzenlemeler, Prof. Dr. Mehmet AKTEL, Salih SAYDAM.
    Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sayı: 30.
    * 5 a.g.e

    Devamını Oku

    Günah Yükü ve Tövbe Kapısı

    Günah Yükü ve Tövbe Kapısı
    0

    BEĞENDİM

    Fatih ÜNLÜ – 06 Mayıs 2024

     

    “İşte kardeş, hasılı kelam: Günahtan kaybettiğini kazandığın say. Günahtan kaybettiğine üzülme, sevin.”*

    Günah, dinin yasakladığı, haram saydığı işleri yapmak, hata ve cürm işlemek gibi birçok anlamı içeriyor.

    Günahlar…

    Ne kadar kaçınsak da bazen düştüğümüz derin kuyular ve zifiri zindanlar gibidir. Bazen de beyhude sırtlandığımız taşınmaz yükler…

    Gibidir tövbesiz günahlar.

    Tövbeyle günahlardan dönebildiğimizde ise, o Cennet misal af vahasında hep yeniden arınır ve hızla kurtuluruz yüklerimizden.

    Günahlar zindanlar kadar kasvetliyse, tövbe ve istiğfar da taze çiçek açmış ağaçlar altında tertemiz bir bahar günü kadar dingin ve huzurludur. En az öyledir.

    Günahlar asla çaresiz değildir çünkü Allah Gafur ve Rahim’dir. Fakat önemsenmeyen, kaçınılmayan günahlar  zamanla bizi zifiri araflara atar.  Sonra yine tövbeyle dönebilirsek ne mutlu! Ama tövbe nimeti de -özellikle günah önemsenmezse- her zaman ele geçmez.

    Sonra da yavaş yavaş doğruyla yanlışı karıştırmaya ve neticede nefsimiz için yaptığımızı işin doğrusu sanmaya başlarız. Bazen de sanmayız ama yine de öyle zayıfızdır ki -ağır bir kumarbaz gibi- devam etmekten de kendimizi alıkoyamayız.

    Genelde çoğu insan günahın açığını -kendisi yapsa bile- savunmaz. Bunu da değiştirmeye, bozmaya  çalışanlar ve günahı alenileştirip normal göstermeye çalışanlar var, o da ayrı bir sorun…

    Bir de gizli günahlar vardır. Allah’ın sonsuz ilmi açısından zaten gizli günah olmaz. Bu tür günahların bir kısmı -ismiyle müsemma- insanlardan gizli yerlerde  yaptığımız günahlardır.

    Bunların bir kısmı da günah olduğunun farkına bile varmadan yaptığımız ya da önemsemediğimiz ama veballi yanlışlarımızdır.

    Mesela trafikte insanları tehlikeye atacak şekilde araba sürdüğümüzde bu da kul hakkına girer ve bazen de çok ağır bir vebale dönüşebilir.

    Veya çocuğumuza iyilik yapıyoruz sanarak onu yanlış bir tercihe, diyelim benimsemeyeceği bir mesleğe zorladığımızda, bu da sırtımıza belki zamanla farkına varacağımız ağır veballer yükler…

    Zaman -tövbesizse- günahın ağırlığını belki unutturabilir ama azaltamaz. O ağırlık en umulmadık yerde birden karşımıza çıkabilir ve çıkacaktır…

    Günahın Daha Kötüsü ve Çaresi

    Günah elbette çirkindir ama birkaç günahla da insanları silip atamayız. İnsanları değerlendirirken  işin özüne  ve o kişinin asli şahsiyetine bakmalıyız. Mesela samimi  pişmanlık – nedamet hisleriyle dolu bir gönül kibirli bir kimseden çok daha evladır.

    Sadi’de anlatılır:

    Bir gün bir baba oğluyla birlikte gece namazına kalkar.

    Oğlu -lambaları yanmadığı için- yandaki komşunun uyuduğunu görünce “Nasıl da uyuyorlar.” der ve komşularını yerer, eleştirir.

    Babası da “Oğlum sen de uyusaydın da bu sözleri söylemeseydin.” diye mukabelede bulunur oğluna ve bu yönde güzel nasihatler eder…

    Kibir büyük bir günahtır. Ve insanın her an cari olan muhtaçlığından, aczinden Kadir-i Mutlak olan Allah’a kulluğa bir yol bulması gerekirken  kibre sapması biz aciz kullar için yaşanabilecek en kötü hâldir.

    Günah ve günahın pişmanlığına izin verilmesinin hikmetlerinden birisi de çok daha büyük bir tehlike olan kibirden insanın muhafazasıdır, korunmasıdır.

    Günah tövbe ve pişmanlıkla  insanın kibirden uzak kalmasına vesile olur -ki bu da şüphesiz Allah’ın rahmetindendir-. Diğer yandan, insan günahı bir şey sanmaya ve günahını önemsememeye başlarsa, kibre karşı da giderek zayıflar ve çok büyük mevziler kaybeder. Allah korusun.

    Şeytanın bu kadar sapmasının baş sebebi de bir türlü kıramadığı kibri değil midir? Oysa Peygamberimiz aleyhisselam kendisine en büyük makamlar verilmişken “El-fakru fahri. – Fakirlik övüncümdür.” der.

    Bu anlamda, birçok maneviyat büyüğümüz fakirliğin en önemli boyutunu Allah’a karşı her an muhtaçlığımızın şuurunda olmak şeklinde ifade eder…

    İşte tövbe de günah yükünden kurtulmak için de Allah’ın af ve mağfiretine muhtaç olduğumuzun idrakiyle Allah’a halis bir kalple yönelmektir.

    Tövbe / tevbe kelimesi -köken olarak- “geri dönmek, rücû etmek” gibi manaları içerir ve istilahi anlamda da Allah’a yönelmek ve günahlarımız için O’ndan af ve mağfiret dilemek olarak tanımlanabilir.

    Mü’min insanda günah tövbeyi intac eder, netice verir. Günah varsa, tövbe de olmalıdır ki insan o yanlışa saplanıp kalmasın.

    İnsanın bir iyilikle hatasını telafi etmeye çalışması da tövbenin, kötülükten dönmenin güzel bir örneğidir. Çünkü o samimi dönüşün somuta dökülmüş halidir.

    Peygamberimiz Hz. Muhammed aleyhisselam buyurdular:

    “Her nerede ve nasıl olursan ol, Allah’tan kork.
    Bir kötülük işlersen de hemen ardından bir iyilik yap ki onu silip süpürsün.
    Ve insanlarla da güzel geçin!”
    (Tirmizî, Birr 55)

    Yine ev içi huzursuzlukla ilgili şikayeti üzerine Hz. Peygamberimizin (s.a.v.) Hz. Huzeyfe’ye (r.a.) “tevbe-i istiğfar”la aran nasıl diye sorduğu rivayet edilir. Bu anlamda, tövbe ve istiğfar -günahtan dönme ve Allah’tan af dileme- hem geçmiş hem de gelebilecek günahlara ve yanlışlara karşı bir çare ve kalkan olur.

    Peygamberimiz aleyhisselam da ismet sıfatına haiz olduğu halde yani Allah tarafından günahlardan korunduğu halde her gün çoğumuzun etmediği sayıda ve kıyas edilemez bir derinlikle ve haşyetle istiğfar ederdi.

    Toparlarsak, bizi affetmek için sayısız vesileler yaratan Rabbimiz kullarının iyiliğinden ve günaha saptıklarında da af için tekrar tekrar Kendisine dönmelerinden ve Elest Bezmi’nde verdikleri o ebedi ahdi, sözü yenilemelerinden razı olur. **

    Yazımızı, Maide Suresinin 74. Ayet-i Kerimesinde geçen  Rabbimizin yüce hükmüyle bitirelim. Mealen:

    Onlar hâlâ mı Allah’a tövbe etmeyecekler ve O’ndan bağışlanma dilemeyecekler? Oysa Allah, çok bağışlayandır, çok merhametlidir (Gafur’dur, Rahim’dir).

    =====

    * Abdullah Bera Yıldız, “O’nu Bilmeden Hiçbir Vahada Hayat Yoktur”, Sayfa 106.

    ** “Naslarda tövbenin ve anlam yakınlığı içinde bulunduğu “rücû, inâbe, evbe, gufrân” ve af kavramlarının kullanılışı göz önünde bulundurulduğunda tövbenin bezm-i elestte Allah ile kul arasında yapılan ahdin tazelenmesini veya her insanın fıtrat çizgisine dönmesini ve onu korumasını ifade ettiği anlaşılır.”

    TDV, İslam Ansiklopedisi Tövbe Bahsi

    Devamını Oku

    Anne Baba ve Evlat

    Anne Baba ve Evlat
    0

    BEĞENDİM

    Fatih ÜNLÜ – 02 Mayıs 2024

     

    Dünyanın faniliğini en güzel anlatan ifadelerden birisi de Yunus Emre’nin şu mısraıdır.

    “Bu dünya hod bâki değil, mülke Süleyman ne imiş?”

    Bu dünyanın kendisi bile bâki değildir ki bu fanide Hz. Süleyman’ın saltanatı gibi eşsiz bir saltanata nail olsa insan, bu da bâki değildir, sonlu ve fanidir…

    Fakat burada ince bir nokta vardır. Bu dünyanın kendisi bâki değildir ama bâkiyesi bâkidir, dünya imtihanının neticesi bâkidir, ebede kadar kalıcıdır.

    Yani bu dünyada yaptığımız işler, güzellikler, yaşadığımız temiz hisler ve sevgiler… bunlar hep bâki kalır.

    Bütün mahlukatı, bütün güzel işleri ve güzel hisleri yaratan ve yaşatan Allah’tır. Tabiattaki sayısız kanunun -keskin bir saat gibi- aksamadan işleyip gitmesi… Ve bunlar arasında anne ve babanın evlatlarına olan engin şefkati ve sevenlerin sevdiklerine derin muhabbetleri… hep Allah’ın  rahmet ve kudretindendir…

    Merhum Üstat Sezai Karakoç “Allah bir, kapısı bindir.” demiş. Sevgi gibi eşsiz bir histen de Rabbimize giden birçok kapı, birçok yol vardır şüphesiz.

    Anne ve babanın evlatlarına* olan sevgisi de bu tür pak sevgilerdendir. Yine evlatların anne ve babalarına olan sevgileri de önemli ölçüde böyledir.

    Bu tür sevgilerin dile getirildiği en güzel vasıtalardan birisi de edebi eserler ve şiirlerdir.

    Bir sebeple, anne ve babanın çocukları için yazdıkları şiirlere sanki daha az  rast gelinir. Anne babanın sevgisi derinden ve daha çok yaşanan bir hâldir sanki. Fakat özellikle küçük yaşta vefat eden evladın ardından yazılanlar gibi bu tespitin de istisnaları vardır.

    Alaattin Özdenören ağabeyin  9 yaşındayken elim bir trafik kazasında vefat eden oğlu Kerem için yazdığı şiiri buna çok hüzünlü bir örnektir.

    Keremin Çantası

    Senin çantanın oğlum
    Bir gözünde gülücüklerin vardı
    Ağlayan çocukların yanaklarına yapıştırırdın

    ===

    Bir gözünde üzüntülerin vardı
    Saklardın.

    ===

    Kulpundansa Keremcik
    Kedercikler sızardı.
    Çantan ne ağır çantaydı…

    Diğer yandan, evlatların -yine yaşanmış ama daha kolay dışa vurulan duygularının birer  ifadesi olarak- anne ve babalarına yazdıkları şiirler nispeten daha çoktur.

    Biz de bugün bu şiirlerden iki güzel örneği sunup onlarla ilgili kısa izah ve yorumlarda bulunacağız.  İlk şiirimiz Üstat Cahit Zarifoğlu’ndan.

    BABA

    Yaklaşan seherle sözlüsün.
    Bir zamanlar Dağ Taş ve toz toprak karlı yollar
    Ve buzullar arasında çağlayan sularda
    Aracıydın ekmeğine sevgili eşlerinin ve çocuklarının

    Evet barışlasın bütün zamanlar
    Dar sessizliğe bu dağlar
    Bir yamaç kaymasını omuzlarsın yıllarla
    Biz ne gülücükler biliriz senden
    Ne rahmetler açıldı senden bize.

    Bazı kaynaklarda, Cahit Zarifoğlu ağabeyin bir sebeple -ki bu şiirde bunun bir ipucu var- babasına karşı bir dönem mesafeli olduğu kaydedilir. Bu durum, yukarıdaki muhteşem şiirden de anlaşılacağı üzere sonradan farklı bir ruh hâline dönüşmüştür.

    Merhum Üstat Rasim Özdenören ağabeyimiz -bir sorum üzerine- anlatmıştı: Fethi Gemuhluoğlu ve Cahit Zarifoğlu ağabeyler birlikte önemli bir Şeyhi ziyarete giderler. Ziyarette Şeyh efendi, Cahit ağabeye sohbet arasında babasının kıymetini bilmesi yönünde bir telkinde de bulunur. O günden  sonra Cahit ağabey de babasıyla tekrar çok yakından görüşmeye başlar.

    İşte bu dönemin çok güzel bir yansıması da “Biz ne gülücükler biliriz senden /Ne rahmetler açıldı senden bize” mısralarıyla biten “Baba” şiiridir…

    İkinci şiirimiz de Şair Ahmet Erhan’dan..

    OĞUL

    Anne ben geldim, üstüm başım
    Uzak yolların tozlarıyla perişan
    Çoktan paralandı ördüğün kazak
    Üzerinde yeşil nakışlar olan

    ==

    Kurumuş kuyunun suyu, incirin
    sütü çoktan çekilmiş
    Bir zamanlar dünya sandığım bahçeyi
    Ayrık otları, dikenler bürümüş

    ==

    Anne ben geldim, ağdaki balık
    Bardaktaki su kadar umarsızım
    Dizlerin duruyor mu başımı koyacak?
    Anne ben geldim, oğlun, hayırsızın…

    Bu da sade ve gerçekten çok etkileyici bir dönüş şiiri.

    Bilen okuyucularımız vardır, Ahmet Erhan 1958 Ankara doğumlu ama aslen Mersinli  bir şarimiz. 2013 yılında vefat etmiş.

    İlk gençlik yıllarında Mersin’de ve Adana’da yaşamış ve Adana Demirspor genç takımında futbol oynamış olan Ahmet Erhan 23 yaşından başlayarak birçok şiir ödülü almış önemli bir şair… Adana – Mersin detayı da bence şiirin bazı bölümlerinde kendini belli ediyor…

    Evet, bugün anne ve babanın evlatlarına, evlatların da anne ve babalarına olan sevgilerine bir nebze değindik.

    Bu bahiste bir de babası kendi doğmazdan önce vefat etmiş ve henüz 6 yaşındayken  annesini de kaybetmiş olan yetimler yetimi Peygamberimiz Hz. Muhammed aleyhisselamı yâd etmeden geçersek olmaz.

    Kendisi yetimler yetimi olup da yetimleri de en çok sevindiren insan… Ve dahi bütün insanları…

    En son peygamber, Hâtemü’r-Rusül, Resûlü’s-sakaleyn, Âlemlere Rahmet ve kamil insan olan Hz. Muhammed Mustafa’ya ve onun âl ve ashabına “bütün mahlukatın nefesleri adedince” ve en güzel duaların ihlas ve manaları enginliğince salat ve selam olsun… 

    Bu “yâd-ı cemil”den sonra, Kuran-ı Kerim’in anne baba ile ilgili hükümlerini ve Kuran-ı Hâkim’in kendisine gönderildiği Hz. Peygamber aleyhisselamın bu konudaki tavsiyelerini başka bir yazıya bırakarak  bugünkü yazımızı burada tamamlayalım.

    Allah’a emanet olun.

    =====

    * Malum, evlat kelimesi aslında veled-çocuk kelimesinin çoğuludur. Ama evlatlar kelimesi de çoğul kelime tekrar çoğul yapılarak galat-ı meşhur nev’inden çocuklar manasında kullanılabiliyor.

     

    Devamını Oku

    Sabreden Kazanır *

    Sabreden Kazanır *
    0

    BEĞENDİM

    Fatih ÜNLÜ – 27 Nisan 2024

     

    Stresli dönemlerden geçiyoruz. Aynı gün içerisinde birçok ayrı şiddet olayını birden duyabiliyor ve bunlara dair üzücü haberleri detaylarıyla okuyabiliyoruz.

    Toplum olarak dinginliğe, sabra ve öz kontrole çok ihtiyacımız var…

    Aslında organize suçlar hariç suç oranında dünyada çok kötü bir durumda değiliz, orta sıralardayız. Organize suçlarda da -insan kaçakçılığı geçiş güzergâhında olmamızın da etkisiyle- ne yazık ki Avrupa’da birinci, dünyada da on dördüncüyüz.

    Suç oranında ortalardayız demiştik. Yüz bin kişi başına düşen suç vakası sayısıyla hesaplanan (2024 Yılı) Ülke Suç Oranları endeksine göre Türkiye 40,2 ile suç endeksinin düşüklüğü açısından 50. sırada.

    Aynı listede, Venezuela 82.4 ile kişi başına en çok suç işlenen ülke; Katar ise 14.3 ile en az suç işlenen ülke konumunda. **

    Bu güncel listede verileri henüz girilmemiş birçok ülke daha var ama bunlar arasında durumu Türkiye’den daha iyi olma ihtimali bulunan ülke sayısı da çok az. Dolayısıyla 50. sıradaki durumumuz en fazla birkaç sıra aşağı inebilir.

    Ülkemiz bu oran ile Brezilya, Arjantin, Fransa, ABD, Birleşik Krallık, Çin ve İsveç gibi birçok ülkeden daha iyi bir konumda yer alıyor.

    Burada önemli bir husus bu endeksin -ağır hafif- tüm suçları içermesi. Ağır şiddet suçlarına ve öldürülen insan sayılarına bakıldığında ise bambaşka  tablolar ortaya çıkabiliyor.

    Mesela, en çok suç işlenen ülkeler endeksinde nispeten gerilerde yer alan Meksika 2022 yılında öldürülen insan sayısı  itibarıyla 33,287 kişi ile dünyada ilk sırada yer almış. Meksika 100 bin kişi başına öldürülen insan sayısında da dünyada ilk sıralarda.  Dolayısıyla ağır şiddet istatistiklerini ayrıca incelemek ve doğru kıyas  açısından hesaplama yöntemlerine ve diğer detaylara da  dikkat etmek lazım.

    Sorun Nedir?

    Suç oranı açısından dünyanın en kötü ülkeleri arasında yer almasak da giderek yoğunlaşan bir suç ve şiddet sorunumuzun varlığını da inkar edemeyiz. Zira kayıtlara geçse de geçmese de sevgi ve saygının azalması ve şiddete eğilim konusunda alarm verici gelişmelere mütemadiyen şahit oluyoruz.

    Bunlar nedir ve bu alanlarda neler yapılabilir?

    – İlk başta, şiddet suçlarında suçluların hak ettikleri cezayı almadıkları hissi giderek güçleniyor.

    Bu çerçevede, yaralama olaylarında bile çoğu kişinin denetimli serbestlikle salıverilmesi caydırıcılık açısından çok ciddi endişelere yol açıyor.

    Hukukun suçu önleme gücünün azalması konusunda çok uzun zamandan beri birçok kişi tarafından ifade edilen ciddi sorunlar, eksiklikler ve şikayetler var.

    İşin uzmanı hukukçularımız özellikle infaz yasasında bazı sorunların mevcudiyetini dile getiriyorlar. Bu alanda ve gereken tüm diğer alanlarda yapılacak düzeltme ve iyileştirmelerle caydırıcılığın temini kısa vadede şiddete karşı alınabilecek en önemli tedbirlerin  başında geliyor.

    – Ülkemizde şiddet haberleri neredeyse tüm medya kanallarında halkın dikkatine tüm detaylarıyla arz ediliyor ve ortaya dehşetli manzaralar çıkıyor. Bunlar da bir yandan suçu normalleştiren bir yandan da suça meyilliler için teşvik edici bir mahiyete bürünebiliyor.

    Bu konuda Üstad Bediüzzaman’ın güzel bir sözü vardır:

    “Bâtıl şeyleri iyice tasvir, safi zihinleri idlâldir.” *** 

    Bu cümleden, suç haberlerinin detaylı tasvirlerine medyada bu kadar yer verilince safi zihinlerin bozulma riskinin yanı sıra -biraz önce de arz ettiğimiz gibi- suça meyilli olanlarda da haberlerden cesaret bulma ve yeni yöntemler öğrenme riski ortaya çıkabiliyor. Bu tür  istisnai olayların sürekli gündemde olmasının toplumun moralini ve huzurunu  bozması da cabası.

    Bazı ülkelerde o bölge insanını uyarmak için suçlar ve suçlular uygun bir şekilde haber yapılır ama haberlerde bu tür vakalara bizdeki gibi tümden ve detaylarıyla kesinlikle yer verilmez. Birçok detay mahfi tutulur ki suça meyillilerin aklına benzer işler yapmak vehmi gelmesin ve toplumsal huzur darbe almasın. Bu söylediğimiz analizler için değil haberler için geçerli elbette.

    – Sevgi ve saygı sorununa, gençlerin yaşlılara saygı ve hürmetlerinin azalmasına, bazen de yaşlılarımızın gençlere  gereken şefkat ve anlayışla bakamadığına birkaç saatlik şehir trafiğinde veya herhangi bir şehirde yapacağınız kısa otobüs yolculuklarında bile ne yazık ki şahit olabiliyorsunuz.

    Sevgi ve Saygının Teşviki ve Şiddetin Azaltılmasında Neler Yapılabilir?

    Toplumda sevgi ve saygıyı hakim kılma, şiddeti azaltma gibi ulvi bir amacın haliyle birçok önemli boyutu vardır. Bunların başında da maneviyat, eğitim, kültür, kötü alışkanlıkların önlenmesi, uygun ortam, ekonomik sorunların hafifletilmesi ve  beslenme ve sağlık gibi unsurlar gelir.

    Tek bir yazıda bu önemli sorunun üstesinden gelebilecek çareler üretme imkanımız elbette yok ama bir arayışa vesile olması bakımından bu yazımızda konuyu  sabır ve sabır eşiği zaviyesinden biraz irdeleyebilir ve bir perspektif oluşturmaya çalışabiliriz.

    1. Çeşitli yöntemlerle insanların sabır eşiklerinin yükseltilmesi lazım.

    2. İnsanların diğer kişilerin sabırlarını zorlayacak işler yapmaktan sakındırılması lazım.

    3. Toplum düzeyinde özellikle de gençler arasında sabrı ve efendiliği öven, güzel gören ve -çok önemli bir sorun yoksa- alttan almayı, barışçıl davranmayı tahkir değil takdir eden bir ortamın oluşturulması lazım.

    Bu hususları biraz detaylandıralım:

    Kişilerin sabır eşiğinin artırılmasında eğitim, kültür, maneviyat ve sağlık şüphesiz en önemli konulardandır. Bu alanlarda da özellikle orta ve uzun vadede atılacak doğru adımlar çok kritiktir.

    Ama kısa vadede de, caydırıcı emniyet önlemleri  ile suça meyli azaltacak adli süreçler, gereksiz öfkeye mani olmak için beslenme, öfke kontrolü eğitimleri ve ani tepkilere sebep olan hastalıkların zamanında tedavisi ve gerçek hayatta,  dizilerde, filmlerde ve medyada iyi örneklerin öne çıkarılmasıyla çok ciddi bir fark oluşturulabilir.

    Örnek insanlar ve örnek olaylar insanlara fıtri ve temiz yanlarını hatırlatmaları bakımından çok önemlidir. Bu noktada, iki olayı bir “yad-ı cemil” olarak kısaca arz edelim.

    İlk olay, Hz. Peygamberimizin (s.a.v.) örnek hayatından:

    Bir gün Peygamber efendimize bir kişi gelir ve Efendimizden kendisine ihsanda bulunmasını ister. Efendimiz de imkânlar ölçüsünde ona ihsanda bulunur. O kişi “Çoğalt!” der. Efendimiz bir şeyler daha ihsan eder. O yine “Çoğalt!” der. Yine bir şeyler alır. Fakat sonunda olumsuz bir söz kullanır. Bunun üzerine sahabeyi kiram adamın pervasızlığına kızarlar ama Peygamberimiz onları teskin eder.

    Ve kısa bir süre sonra imkân oluşunca Peygamberimiz aleyhisselam o kişiye ilave ikramlarda bulunur. Ve adama “Razı oldun mu?” diye sorar. Nihayet o kişi de  “Evet, razı oldum.” cevabını verir.

    Peygamber efendimiz de “Bu kişiyi bu vesileyle Cehennem’den kurtaran Allah’a hamdolsun.” manasında bir dua ve tahmidde bulunur. Çünkü  başlangıçta durmadan bir şeyler isteyen ve bir türlü memnun olmayan bu kişide de Peygamberimizin (s.a.v.) eşsiz sabrını, cömertliğini ve iyi ahlakını görünce kanaat  hisleri ve bambaşka bir ruh hâli hasıl olmuştur.

    Oysa bu kişinin ilk halinde hem imanın eşsiz bir örneğini henüz tam göremediği için imandan mahrum kalma hem de yapılan mühim ikramları beğenmeme ve iyilik yapana incitici kötü söz söyleme cihetiyle cehenneme doğru sürüklenme riski vardır.

    İkinci örneğimiz de Hz. Ömer (r.a.) halifeyken yaşanmış bir olay.

    Hz. Ömer aceleyle bir yere giderken yol kenarında oturan birisine çarpar.

    Çarptığı kişi onun halife olduğundan habersiz “Kör müsün be adam? diye çıkışır.

    Hz. Ömer de (r.a.) “Kör değilim ama hatalıyım” diyerek ondan özür diler ve iş tatlıya bağlanır.

    Bu vesileyle, bir önceki yazımıza da atfen “Kahraman işleri tatlıya bağlayabilen kimsedir.” de diyebiliriz.

    Evet, küçük olaylara kızmayan, büyük olaylarda da affedebilirse affeden, affedemezse de ancak gerektiği kadar tepki gösteren ve ölçülü olan kimseler -örneklik açısından- topluma eşsiz birer huzur ve sükûnet vesilesi olurlar.

    2. Toplum ve devlet olarak insanları diğer kişilerin sabrını zorlayacak işler yapmaktan da sakındırmamız gerekir.

    Bu da ferdi düzeyde küçük olayları büyütmeme, büyük olayları da suhuletle halledebilmeyi gerektirir.

    Çarpıştığınız bir kimseye “Kusura bakmayın” ya da “Dikkat edin lütfen.” diyebilirseniz. Fakat ona “Önüne baksana u..n” gibi incitici ve karşı bir cevabı zorlayan  kötü bir söz  de söylebilirsiniz.

    Bunun gibi aynı olaya verilebilecek birçok farklı tepki vardır. Biz de çeşitli vesilelerle kötü tepkiler vererek sabırları zorlamaktan hem kendimizi hem de diğer insanları  sakındırmalıyız.

    Bu çerçevede, özellikle kırmızı çizgilere dikkat etmeyen, insanları ağır küfürlerle vs. taciz eden kişilere karşı işin adli boyutu da dahil özel önlemler alınmalıdır. Çünkü bu tür kişiler her an işi çığırından çıkarıp kontrol edilemeyecek noktalara götürebilirler.

    Bu özel önlemlerden birisi de toplumun iyi tavırlı olanlara sahip çıkıp yanlış yapanları da topluca ve güzelce uyarabilmesidir.

    3. Üçüncü tespitimiz bir yönüyle yukarıdaki hususla da alakalı. Toplum düzeyinde, özellikle de gençler arasında efendiliği ve sabrı öven ve çok önemli bir sorun yoksa barışçıl davranmayı takdir eden bir ortamı ve yaklaşım tarzını da oluşturmalı ve geliştirmeliyiz. Bu da söylemesi kolay ama yapması zor olan hususlardandır ama uğraşılınca önemli ölçüde başarılabilir.

    İlk başta, tüm ortamlarda şiddeti güzel değil kerih görmeliyiz ve şiddete prim vermemeliyiz. Kendisine çatan birisine karşı alttan alarak olayı büyütmeyen birisine pısırık gözüyle bakılan bir ortamda çatışma ve kargaşa eksik olmaz.

    Küçük olayları büyütmemek ve ancak çok önemli bir konu olduğunda güçlü ve sonuç alıcı tepki en iyisidir. Zaten Rabbimiz iyi ahlak sahibi ve ölçüden ayrılmayan insanları asla yardımsız bırakmaz.

    Bu konuda son olarak şunu da arz edelim. Sevgi ve saygıyı özendirme ve şiddetten sakındırma konusunda hem kendi tarihimizdeki engin birikim ve örneklerden hem de diğer milletlerin güzel birikimlerinden faydalanabiliriz. Bu çerçevede, uzak doğu sporlarının savunmayı öne çıkaran ve gerekmedikçe kavgadan sakınan özgüvenli tarzı da iyi bir örnektir.

    Hasıl-ı kelam, hepimizin başına gelebilecek gerginlikler ve stresli ortamlarda sabr-ı cemil gösterebilenler kazanırlar. Kahramanca, korkusuzca ve -Allah rızası için- haddi aşmamaya özen gösterenler kazanırlar.

    Peygamberimizin “Men sabera, zafera.”Sabreden kazanır / Sabreden zafere ulaşır.” sözü birçok durum için geçerli olduğu gibi kişiler ve topluluklar arası gerginliklerde de geçerlidir. Sabırlı olamazsak, haklıyken bile haksız duruma düşebiliriz. Ama sabır ve ölçüyle, tepki göstermemiz gerekse bile bunun meşru sınırlarda kalmasını temin edebiliriz.

    Maksadımız bu önemli konuya dair bir değiniydi. Umarız maksat hasıl olmuştur.

    Allah’a emanet olun.

    =======

    * Men sabera, zafera.
    Sabreden zafere ulaşır. (Hadis-i Şerif)

    *  Kaynak: https://worldpopulationreview.com

    ** İdlâl: Hak yoldan saptırmak

    Devamını Oku