WOTTV E-DERGİ
DOLAR 32,1883 -0.1%
EURO 34,9741 0.33%
ALTIN 2.423,790,11
BITCOIN 22334152,88%
Ferhat Ünlü

Ferhat Ünlü

29 Mayıs 2024 Çarşamba

    Yapay Zekâ ve Savaş Matrix’i

    Yapay Zekâ ve Savaş Matrix’i
    0

    BEĞENDİM

    Ferhat ÜNLÜ – 29 Mayıs 2024

     

    Her nesil, dünya tarihinde özel bir döneme tanıklık ettiğini düşünür. Bu, özellikle Kapitalist evrimin ilk tohumlarının atıldığı, 16. hatta 15. Yüzyıl’dan itibaren dünyaya gelmiş her jenerasyonun sıklıkla kapıldığı ana fikirdir. Bunu nereden biliyoruz; filozof ve romancıların yazdıklarından… Derken sinema; 19. Yüzyıl’ın sonunda ortaya çıktıktan sonra yapılan filmlerde de bu ana fikri müşahede ediyoruz.

    Nesil megalomanisine kapılmadıkça bunda bir sorun yoktur. Herkes, kendi zamanının çocuğudur ve her nesil şahit olduklarıyla biriciktir. Tıpkı her insanın yegâne olması gibi… Her milletin, her memleketin iyisi kötüsü olduğu gibi her neslin de iyisi kötüsü vardır. Bize düşen insan olarak ne tür bir döneme tanıklık ettiğimizin bilincinde olmak, bu dönemin bize hangi soruları sorduğunu bilmek ve cevap aramaktır. Jung; aşağı yukarı şöyle demiyor muydu:

    “Yaşamın anlamı, dünyanın bana yönelttiği sorudadır. Ya da ben dünyaya yöneltilmiş bir soruyum. Eğer ben bu soruya cevap veremezsem onun cevabını kabul etmek zorundayım.”

    1960-1980 arası doğan X nesli; 20. Yüzyıl ve öncesinden kalan değerleri taşıyan son 20. Yüzyıl jenerasyonu olarak; Y ve Z ve sonrasında Alfa’dan başlayarak yeni nesillere geçtiğimiz yüzyıldan bu yana hızla değişen hayatın geldiği nokta ile ilgili bilgi ve deneyimlerini aktaracak son nesildir.

    Şimdi ayrıntıya gerek yok. Biz sokakta büyüdük. Geçmişin tozlu raflarında kalmış ve yoklukla halelendiği bize yalnızca o zaman değil, şimdi de değerli gelen küçük ve hakiki sevinçleri coşkuyla yaşadık; büyük acılara katlanmayı hayatı öğrenmenin meşakkatli, ama mecburi yollarından biri saydık.

     

    DİSTOPİK FİLMLER BUGÜNLERİ GÖRMÜŞTÜ

    İlk sinema filmini bir yazlık sinemada izlediğim 1981’den bu yana (Mad Max Road Warrior 6 yaşındaki bir çocuk için iddialı bir başlangıçtı) izlediğim her dispotik sinema filmi şaheserinin bize bugünleri ve dahası geleceği gücü ölçüsünde haber verdiğini gördüm. Zaten sanat, en çok da geleceğe seslendiği için değerlidir.

    Terminatör, ki James Cameron özellikle serinin ikincisi olan Mahşer Günü’nde 1991 için çok büyük bir film yapmıştı, 1999’da Wachowski Biraderler (sonrasında kız kardeşler oldular!) 20. Yüzyıl’ın ve giderek günümüzün şahikası Matrix’te anlatılanlar bugünkü yeni nesillere bilgi ve deneyim aktarımının iyi birer vesilesi oldular. Başka emsaller de var, ama detayda boğulmayalım.

    Yapay Zekâ, Artificial Intelligence artık hayatın bir gerçeğidir. Gerçeklerinden önemli bir tanesidir daha doğrusu. Hayatın anlamı değildir elbette, hatta insanın anlam arayışında doğru kullanılmayı bilmezse, bizi ana yoldan saptırabilir, yanlış patikalara sapmamıza vesile olabilir. Yapay Zekâ bize kılavuzluk ederken, onun her daim patronu olmamız gerektiğini unutmamalıyız. Ama işte Hegel’in efendi-köle diyalektiğindeki gibi işler bazen öyle bir noktaya gelir ki, patron-emrindekinin kölesine dönüşür. Yapay Zekâ, bu açıdan cazip olduğu kadar riskli de…

    İmdi… Zamanımızın güncel gerçeğine baktığımızda dünyadaki ekonomik ve siyasal gerilim, Yapay Zekâ faktörü ile birleştirildiğinde tablo ‘dispotik’ görünüyor, pek iyimser değil. Ama enseyi karartmadan durumu anlamalı, anladıktan sonra bu konuda bir duygu ve davranış geliştirmeliyiz.

    Bir savaş havası var gibi dünyada. Ama ben dünya savaşının -tabii ki konvansiyonel manada çıkma- riskini düşük görenlerdenim. Riskli yerlere bir bakalım. Orta Doğu her zamankinden daha sıcak, maalesef. Ancak bu bölgenin askeri, istihbari ve siyasi sıcaklığa bağışıklığı yüksek. Yine de Gazze’deki insanlık dışı İsrail katliamları bu bağışıklığı bile fersah fersah aştı. Artık bunun sürdürülebilirliği yok. Ya Netanyahu gidecek ya da dünya bir ateş topuyla oynamaya devam edecek. Üstelik de buna “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” pragmatizmi ile baktıkça vicdanı da iyice körleşecek insanlığın. Vicdan zaten can çekişiyor, bunu iyice kaybedersek kendimize gelecekte bir kılavuz bulamayız. Dünyayı Yapay Zekâ’ya devredip bırakalım bu işi.

     

    HERKES SAVAŞ DİYOR AMA KİMSE SAVAŞA HAZIR DEĞİL

    ‘Kıta Avrupası’na gelince… ABD’nin kışkırtması ve Ukrayna Savaşı’nın uzaması nedeniyle Rusya’ya karşı birleşiyor. Fransa Cumhurbaşkanı Macron -çakma bir Napolyon olarak, kendini öyle zannediyor- Rusya ile savaştan söz ediyor. Fransa’nın asker ve askeri teknoloji olarak eksikleri var, her ne kadar büyük silah ihracatlarından biri olsa da… Gücü yeterli olmadığı için üst perdeden konuşuyor Macron. Bugünkü krizleri taşıyacak bir lider değil.

    Almanya, Fransa ve Belçika Rusya’ya karşı birleşti. Çok birleşmek istediklerinden değil… Bunlar hep ABD’nin zoruyla oluyor. Ve Ukrayna Savaşı’nın uzamasının bunda hatırı sayılır etkisi var. NATO Ukrayna’da istediğini elde edemedi, edecek gibi de görünmüyor.

    Ülkeler hem ‘kabadayılık’ peşinde, hem de askeri olarak savaşa hiç hazır değiller. İngilizlere bakalım -ki önemlidir İngilizler bu tür zamanlarda, çünkü diplomasi ve savaş içinde tecrübeliler- Yapay Zekâ’nın da etkin biçimde kullanılacağı bir dünya savaşına onlar da hazır değil. Kim hazır ki? Şükür ki hazır değiller. İngiltere’nin eski gizli servis şefi bir açıklama yaptı ve Almanya’yı İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kontrol edelim derken onu iyice kadük/savunmasız bıraktıklarını itiraf etti. Kendi askerleri de yeterli değil. İngiltere’nin donanması eskisi kadar güçlü değil. Ben söylemiyorum bunu, kendileri söylüyor. Almanya deseniz -referans olsun diye demiyorum- Hitler zamanında bile Rus topraklarında bataklığa saplandı şimdi eli kolu bağlı, hiçbir şey yapamaz.

    Ve günümüzde Yapay Zekâ’nın orduda kullanımı başladı. Başlayalı epey oldu hatta. Tam otonom SİHA’lar havalanıp, hedefi vurup, üsse geri gelebiliyor. Hedeflediği insanın yüzünü tanıyabilen tüfekler için çalışmalar yapılıyor. Savaşlarda aktif biçimde kullanılacak dinleme ve gözetleme sistemlerinin tamamı zaten Yapay Zekâ’ya dayalı.

    ABD başta olmak üzere ülkeler savaşçı robotlar üzerine çalışıyor. ABD Savunma Bakanlığı öfke ve stres gibi hislerden ya da anlık dikkatsizliklerden arınmış savaşçı robotlar üzerinde çalışmaya devam edeceğini açıklıyor. Tabii bu ilerde gelecek nesillerin başına işler açacak. Savaş teknolojilerinin makineleşmesi, özellikle etik sorunlar doğuracak.

     

    UZAK DOĞU’NUN EJDERHASI DA SESSİZ VE DERİNDEN…

    Uzak Doğu’ya bakalım. Orada da yavaş yavaş büyüyen bir ejderha var. Çin, hava sahasının güvenliğini yapay zekâ ile sağlıyor. Drone orduları var. Ülkemiz de malumunuz İHA, SİHA ve İnsansız Muharip Uçak teknolojisinde ileri seviyede artık. Rusya ve İsral’in tam otonom, kendi kendini yöneten drone sistemleri üzerine çalışmaları var.

    Ve ayrı bir muharebe alanı: Ulus devletler haricinde küresel şirketler de yapay zekâ rekabeti içinde. ChatGPT yeni robotunu tanıttı. ChatGPT’ye rakip olarak nitelendirilebilecek ‘Grok’ isimli chatbot da kullanıma hazır. Bu da X’in yani eski adıyla Twitter’ın yapay zekâ botu olacak. Bu arada üretimsel Yapay Zekâ girişimi olarak değerlendirilen Cognition, yeni Yapay Zekâ yazılım mühendisi Devin’i tanıttı. Bu Devin uygulaması, kendi Yapay Zekâ modellerini de eğitebiliyor. Böylece Yapay Zekânın ürettiği Yapay Zekâlardan söz etmiş oluyoruz. Buna ne kadar hazırız, tartışılır.

    Bütün resme baktığımızda dönüp dolaşıp Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın dediği noktaya geliyoruz: “Buradan ya büyük bir savaşa gideceğiz ya da büyük bir barışa…”

    Ben, insanlık olarak barışa gideceğimizi, gitmek zorunda olduğumuzu düşünenlerdenim. Kavga edeceksek herkes kaybeder. En çok kaybedecek olanlar da en fazla gücü olanlardır. Büyük bir dünya savaşı, kazanılsa bile en çok onlar için bir Pirus Zaferi olacaktır. Einstein boşuna demiyordu, “Dördüncü dünya savaşı sopalarla olacaktır” diye… Yapay Zekâ ile savaş Matrix’inin senaryosunu yazıp simülasyonunu yapsanız; sonuç Einstein’in dediğinden en fazla biraz hallince olacaktır.

    Devamını Oku

    Hayvan Nüfusu Versus İnsan Popülasyonu

    Hayvan Nüfusu Versus İnsan Popülasyonu
    0

    BEĞENDİM

    Ferhat ÜNLÜ – 27 Mayıs 2024

     

    İnsan türü olarak yeryüzüne hâkimiyet sergüzeştimizde geldiğimiz nokta; aslanın kediye, kurdun köpeğe boğdurulması noktasına erişti dersek mübalağa etmiş olmayız. Küresel güncel verilere göre dünyada 40 bin aslana karşılık, 600 milyon kedi; 200 bin kurda karşılık 500 milyon köpek var.

    Kedi ve köpek nüfusunun kahir ekseriyeti bizim evcilleştirmeye çalıştığımız popülasyondan oluşuyor, ancak bunların bir kısmı şehirlerde hızlı biçimde çoğaldığı için bizim kontrolümüzden çıktı.

    Hesap edin; dünyadaki vahşi hayvanların toplam biyo-kütlesi, insanın biyo-kütlesinin yarısı kadar. Biyo-kütle açısından -elbette bitkileri göz önüne almadan- bakarsak dünyadaki popülasyonun yüzde 70’ini evcil hayvanlar, yüzde 20’sini insanlar, yüzde 10’unu ise vahşi hayvanlar oluşturuyor.

    Bugünkü sokak köpekleri tartışması hem küresel ölçekte böylesi bir dengesizliğin, hem de ulusal ölçekte sorunu son ana kadar erteleyip artık sürdürülebilir olmaktan çıktığında çözüm aramanın ürünü. Sokak köpekleriyle ilgili bugünkü ‘uyku’ tartışması, küresel dengesizlik ve ulusal sorun ertelemenin bir tezahürüdür.

     

    SON SAYIM: DÖRT MİLYON SOKAK KÖPEĞİ VAR

    Sokak köpeği sorunu, bu gidişle ülkenin gündemini uzun süre meşgul edecek. Zaten bir süredir meşgul ediyordu. Ancak insan alerjisini hayvan sevgisi gibi yansıtmaya çalışanlar ya da tamamen duygusal sebeplerle, yani ‘mama lobisi’nden nemalandığı için sesi çok çıkanlar yüzünden biz bu gerçeği görmezden gelmiştik.

    Türkiye’de yakın geçmişte bir köpek nüfusu sayımı yapıldı. Sayılan, daha doğrusu sayılabilen 2 milyon. Bir de sayılamayanlar var, bunlarla birlikte ülkemizdeki tahmini köpek nüfusunun 4 milyon olduğunu gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz.

    Güncel verilerin ve sokak köpeklerinin çoğalma hızının daha fazla haber değeri taşıyan tarafı ise şu: Bu üreme hızıyla sokak köpeklerinin sayısı 2030’da 50 milyonu bulacak. 50 milyon, dile kolay… 2030’da Türkiye’nin nüfusu 100 milyonu bulsa bile -ki vatandaşın bu çoğalma hızıyla bu da zor görünüyor- ne fark eder ki! İnsan popülasyonunun yarısı kadar sokak köpeği nüfusu olacak. Başlıktaki gibi terminolojiyi kinayeli olarak Animalistlerin istediği tarzda kullanıyorum: Hayvan nüfusu versus insan popülasyonu… Animalistlere, yani insan alerjisini, hayvan sevgisi gibi yansıtan kesimlere kalsa sokaklarda çocuk olmasın, köpekler sürü halinde gezip zayıf halkalara saldırsın, öldürsün!

    Sokak hayvanları konusunda Türkiye’de bir mevzuat boşluğu olduğu epeydir dile getiriliyordu. Ben de zaman zaman yazdım. Bu boşluğun giderilmesi için meclis harekete geçer geçmez Animalistler ayaklandı! Üstelik artık mevzuat meselesi çözülse bile sorunu kökten halletmek kolay değil. Kısırlaştırma, barınağa bırakma tek başına çözüm değil; bunlar da dâhil topyekûn tedbirin sonuç vermesi bile zaman alacak ve ciddi tartışmalara neden olacak.

     

    AJDA PEKKAN BİLE UYUMAK İSTİYORSA…

    Uyku meselesine gelince… Amerikan kara romanının öncülerinden Raymond Chandler’ın Büyük Uyku adlı bir romanı vardır. Büyük Uyku’dan kasıt, elbette ölümdür. Konu uyku olunca herkes birden ölümü hatırlamaya başladı! Sokak köpeklerinin uyutulması tartışması başlayınca Ajda Pekkan bile “Bizi de uyutsunlar” dedi. Bu tasarı, Ajda Pekkan’a bile bunları söyletiyorsa, asırlara (!) meydan okuyan Pekkan bile uyumak, bu dünyadan göçmek istiyorsa gençler, çocuklar n’apsın!

    İşin kinayesi bir tarafa; sokak köpeği meselesinin çözümü için İngiltere, Fransa, Amerika Birleşik Devletleri başta olmak üzere çeşitli ülkelerin mevzuat ve uygulamaları incelendi; buna göre bir çözüm aranıyor. Bizde bu işi çözen yerel yönetim var mı; ona baktığımız zaman Gaziantep Büyükşehir Belediyesi’nin bu sorunu belirli bir oranda çözdüğünü görüyoruz. Geniş bir barınak kurulmuş şehirde ve hayvanlar oraya yerleştirilmiş.

    Ama artık ulusal ölçekte barınak meselesi -üstelik bu ekonomik buhranda- zaman ve para açısından yeterli bir çözüm sunmayabilir. Zaten bu yüzden ‘uyku’ bir yol olarak masaya yatırılıyor. Elbette her canlı bu dünyada doğal ömrü süresince var olma hakkına sahiptir. Ancak o aşamayı küresel ve ulusal ölçekte çoktan geçmişiz, yazının girizgâhında güncel verileri yazdım.

    İnsan türü olarak doğaya haşin, nobran davrandık; o da bizden bu şekilde intikamını alıyor. Ayrıca insan dediğimiz tür, kendi ırkına karşı da yeterince merhametli, adil değil ki! Savaşlarda bebek, çocuk demeden öldüren bir türden bahsediyoruz. Kendi bekası ve giderek hegemonyası söz konusu olduğunda, kendisinden çok daha büyük bir güce, dünyaya bile kafa tutan bir türdür insan evladı. Yanlış olmaya yanlış ama insan maalesef böyledir. Dolayısıyla insana karşı merhametsizken hayvana merhamet gösterilerinin samimi olmadığı da izahtan vareste.

     

    RÜZGÂR ANİMALİSTLERİN ALEYHİNE DÖNDÜ AMA…

    Animalistlerin sokak köpeklerinden sonra sıra kedilere gelecek demesinin de haklı bir tarafı yok. Türkiye’deki sokak hayvanları ve evcil hayvanların yüzde 60’ı kedi, yüzde 40’ı köpek. Kedilere kimsenin bir şey dediği yok, çünkü böyle çeteleşip sürü halinde insanlara saldıran bir cins değil. Aslanı kediye boğdurmuşuz ama kendimiz de kediyi boğmuşuz. Kedilerin kıskançlık, enaniyet gibi insanda olan özellikleri var sadece, türümüzü tehdit eden bir özelliği yok.

    Sürü halinde gezen sokak köpekleri ise çocuklara, yaşlılara saldırma eğilimindeler. Rüzgâr, bir süredir ‘Animalistlerin ya da mama lobisi denilen çevreye yaslanmış kesimlerin aleyhine döndü. Mevzuat boşluğu bu aşamadan sonra fark edildi. Mevzuat hayvana işkenceyi düzenlemiş, doğru yapmış ama kendini savunmaya dair madde yok! Hayvanları Koruma Kanunu’nun 14. Maddesi, hayvana fiziksel ve ‘psikolojik’ şiddeti düzenliyor. Türlere baktığımız zaman Pitbull Terrier, Japanese Tosa, Dogo Argentino gibi türlerin beslenmesi zaten yasak. Para cezası var, ama yeterince caydırıcı olmuyor. ‘Animalistler’, köpeğin insanı ısırmasında haber değeri görmüyor! Radyasyon gibi yayılan ve son raddesine erişen ‘Animalizm’in bir sebebi de ekonomik. Çünkü burada nema var, kesilmesi işlerine gelmiyor. Hayvan çoğaldıkça mama lobisi daha fazla rant elde edecek. Paraya değer verenler için ülkenin çocuklarının ölmesinin bir önemi yok ki!

     

    ‘ŞİDDET DOĞAYLA İLİŞKİMİZDE BAŞLAR’

    Tasavvufi ya da Panteist (evrenin/doğanın tanrının kendisi olduğunu kabul eden felsefi inanış. ‘Kamutanrıcılık’ da denilir) baksanız bile “İnsan, hayvan ve bitki varlık olarak eşittir” ana fikri de sorunu çözmüyor. Bir varlık türü insana tehditse insan bu tehdidi ortadan kaldırır. Tarih boyunca böyle olmuştur. Hatta insan, tehditleri ortadan kaldırmakla yetinmemiş, dünyadaki egemenliğini şiddet ile sürekli tahkim etmiştir. Rahmetli Ünsal Oskay’ın güzel bir sözü vardı: “Şiddet, insanın insanla ilişkisinden önce insanın doğayla ilişkisinde başlar.”

    Doğanın cesameti ve azameti karşısında umarsız kalan insan türü, beka çıkışını doğaya şiddet uygulamakta bulmuştur. Bunda elbette ölçüyü kaçırmıştır. Zaten bugünkü anomali; bu ölçü kaçırmanın bir tezahürü.

    Köpek, evrimsel olarak insanı tanır; onun güçlüsünden çekinir. Misal otomobilleri evrimsel olarak henüz tanıyamamıştır. (Yüz yıl evrimsel açıdan kısa bir süredir.) O yüzden çoğu zaman yaya insana havlamayan köpek otomobillere havlar.

    Ouroboros (kuyruğunu yiyen yılan ya da ejderha imgesi, doğanın ebedi dengesini sembolize eder) misali başa dönerek yazıyı toparlayalım:

    İnsan türü olarak aslanı kediye, kurdu köpeğe boğdurduk; ayrıca kendi menfaatimiz için evcil türleri de boğduk. Şimdi bu cendere bizi de baskılamaya başladı. Sorun; son birkaç yılın, hatta çeyrek asrın değil; yüzyılların, hatta yerine göre binyılların sorunudur. Ve çözüm girişimlerinden birkaç yıl içinde sonuç almak da sanıldığı kadar kolay değil.

    Devamını Oku

    İstihbaratta Satranç ve Poker Stratejisi

    İstihbaratta Satranç ve Poker Stratejisi
    0

    BEĞENDİM

    Ferhat ÜNLÜ – 24 Mayıs 2024

     

    Gizli servisler -teşbihte hata olmaz- tıpkı örgütler gibi sık isim değiştiren bir doğaya sahiptir. Dünyada en sık gizli servis ismi değiştiren iki ülke, Rusya ve İran’dır.

    Rus istihbaratının temelleri, 16. yüzyılda Çar IV. İvan zamanında atıldı. Ardından Çar II. Aleksandr döneminde servisin adı Ohranka olarak değiştirildi. Bolşevik Devrimi’nin ardından, 20 Aralık 1917’de ÇEKA kuruldu. Rus servisinin adı 1934’te NKVD oldu.

    Derken Soğuk Savaş’ın hemen başlangıcında, 1946 yılında kısa adı KGB olan Komitet Gosudarstvennoy Bezopasnosti, yani Devlet Güvenlik Komitesi kuruldu. Askeri istihbarat GRU’yu eklemeyi de unutmayalım. KGB’nin lağvedilmesi Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra 3 Aralık 1991’de gerçekleşti. Rusların günümüzde iki önemli gizli servisi bulunuyor. Bunlardan biri, kısa adı SVR olan Sluzhba Vneshney Razvedki, yani Dış İstihbarat Hizmeti’dir. Bununla birlikte Rusya’da FSB’nin; açılımı ile Federalnaya Sluzbha Bezopasnosti’nin, yani Federal Güvenlik Servisi’nin FBI’dan farklı olarak yurtdışı operasyon görevi de vardır.

     

    İRAN, GİZLİ SERVİSİ SIK İSİM DEĞİŞTİREN BİR ÜLKE

    Gelelim asıl mevzumuz İran’a… İran, kuvvetle muhtemel Rusya’dan sonra en sık gizli servis ismi değiştiren ülkedir. Gizli servis operasyonları anlamında hareketli ülkelerden biri olan İran’ın hali hazırdaki servisinin adı, The Ministry of Intelligence and Security (MOIS), yani İstihbarat ve Güvenlik Bakanlığı’dır. İran İstihbaratı, geriye doğru sırasıyla VAJA, daha geçmişte SAVAMA, ondan önce de Şah döneminde SAVAK olarak faaliyet gösterdi.

    SAVAMA’nın açılımı, Sazman Ettela’at va Amniat Melli Iran, yani Milli İstihbarat ve Güvenlik Servisi’dir. SAVAK’ın açılımı ise Saziman-ı İttilât ve Emniyet-i Keşver, yani Milli İstihbarat ve Devlet Güvenlik Örgütü’dür. İranlıların ayrıca Vezarat-e Ettela’at va Amniat-e Keshvar (VEVAK) olan bir İstihbarat ve Güvenlik Bakanlığı da olmuştur.

    Ruslar ve İranlıların sık gizli servis ismi değiştirmelerinde, rejim değişikliğine sık uğrayan ülkeler olmalarının etkisi vardır. Gerçi bu, daha ziyade Rusya için geçerlidir. İran, 20. Yüzyıl’da 1979 Devrimi ile bir kez rejim değiştirdiği halde gizli servisinin ismini sürekli ‘tazelemiştir’.

     

    ‘TEŞEKKÜR’Ü BİLE ÇOK GÖREN MİLİS DEVLET ANLAYIŞI

    Son beş gündür Cumhurbaşkanları İbrahim Reisi, Dışişleri Bakanları Hüseyin Emirabdullahiyan, Doğu Azerbaycan Valileri Malek Rahmati ve Doğu Azerbaycan’daki Dinî Lider Temsilcileri Muhammed Ali Ale-Haşem’in içinde bulunduğu helikopterin düşmesiyle gündemde olan İran, adını bile Zerdüştlüğün kutsal kitabı Avesta’daki ‘Aryanam’ kelimesinden alan, ancak 1979 İslam Devrimi’nden sonra Velayati Fakih rejimi ile yönetilen bir ülke.

    Geçtiğimiz günlerde görüştüğüm bir ağabeyim; İran’ın, Devrim’den bu yana bir milis devleti olduğunu, taktiklerini genellikle milis mantalitesine uygun bir stratejiyle belirlediğini söyledi ve ekledi:

    “İHA’larımızın helikopterin konumunun bulunmasında nasıl bir rolü olduğundan bağımsız olarak, İran’ın bir teşekküre bile yanaşmaması Türkiye açısından şaşırtıcı değildir.”

    İran, yalnızca uranyum zenginleştirdiği ve zamanla nükleer silah üretme potansiyeli olduğu için değil; Şii Hilali’ni, ABD’nin Irak’ı işgal ettiği 2003’ten itibaren sistematik biçimde hayata geçirmeye çalıştığı için bir süredir Batı’nın köşeye sıkıştırdığı bir ülke.

    Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, MİT Müsteşarı da olmadan önce Başbakanlık Müsteşar Yardımcısı iken 10 Nisan 2010 tarihinde, İran’ın nükleer programıyla ilgili ABD’deki görüşmelere ‘Türkiye’nin şerpası’ (kılavuzu) olarak katılmıştı. Bundan altı gün sonra MİT Müsteşar Yardımcılığı’na getirilmiş, takribi bir buçuk ay sonra da MİT Müsteşarlığı’na atanmıştı.

    1 Ağustos 2010’da İsrail Savunma Bakanı Ehud Barak, Hakan Fidan’ın İran’a ‘sözde’ bilgi sızdırma ihtimalinden bahsetti. Bu, elbette bir kuyruklu yalandı, ama bir biçimde dolaşıma sokuldu.

     

    İSTİHBARATI POKER VE SATRANÇ GİBİ OYNAMAK

    İsrail de, İran da Türkiye’nin bir istihbari denge kurması gereken ülkelerdir. Bu açıdan bakıldığından Türkiye; istihbaratı İsrail ya da İran’la yerine göre satranç, yerine göre poker gibi oynama eğilimindedir.

    İstihbaratta, özellikle de kontr-espiyonajda hangi taşı ne zaman oynamanız gerektiğini ve daha ötesi bunun karşılığında gelecek hamleyi, hatta sonraki hamleleri hesaplamak; satrançla uyumlu bir stratejidir. Bazen de istihbaratta eliniz kuvvetli olmasa bile eli güçlü bir poker oyuncusu gibi ofansif, ama sakin ve dengeli taktikler uygulamanız gerekir. Bütün bu strateji ve taktiklerin, istihbari manada zaten bir dünya savaşının içinde olduğumuz şu süreçte ülkeler ve servisler arasında yerine göre konjonktürel ittifaklarla yürütülmesi gerektiği de açıktır. İsrail’e, Mossad’a karşı ayrı bir denge gözetilirken İran’a, dolayısıyla MOİS’e karşı ayrı bir denge kurulabilir.

    Bir süredir Mossad’ın Türkiye’deki stajyer casuslarını enseleyen Milli İstihbarat Teşkilatı (İbrahim Kalın’ın MİT Başkanlığı’na gelişinden sonra bu operasyonlar daha da arttı) diğer yandan İran gizli servisi MOİS’in Türkiye’de yaşayan bir İsrail vatandaşını öldürmeye çalışan ajanlarını da yakalamıştır. Mossad imzalı bir suikastla öldürülen bilim adamı Muhsin Fahrizade’nin intikamını almak için harekete geçen İranlı şebekenin hedefindeki kişi hem Türk, hem de İsrail vatandaşı olan bir Yahudi idi. Türkiye, kendi vatandaşını bu noktada korumuştur.

    Günümüzde İran Servisi, Alman Anayasayı Koruma Teşkilatı’nın (BfV), bir başka deyişle iç istihbarat teşkilatının 2018 yılında hazırladığı rapora göre Rusya, Çin ve Türkiye servisleriyle ile birlikte Almanya’da en çok operasyon yürüten gizli servistir. 387 sayfalık mezkûr raporda Türkiye, Almanya’da casusluk faaliyetleri yürüten dört ülkeden biri olarak nitelendiriliyor. Ne var ki bu raporda yer alan bilgi ve analizlerin bir kısmı yersiz bir ‘Türkofobi’ye de dayanmaktadır.

     

    İSTİHBARATIN BİR KISMI DA ALGIDIR.

    Ama istihbaratta -işte işin poker kısmı bu noktada devreye giriyor- bazen algı gerçekten daha önemli hale gelir. Misal İsrail gizli servisi Mossad, o derece güçlü olmadığı halde ‘Çok güçlü bir servis olduğu’ yönündeki algıyı yıllar yılı işine geldiği için kullanmıştır.

    Türkiye, bu tür yollara tevessül eden bir istihbarat mantalitesine sahip değildir. Ne var ki çok değil, bundan 44 yıl önce hükümetin darbeyi bile ülkemizdeki herhangi bir istihbarat kaynağından değil de İran’dan öğrendiğini hesaba kattığımızda geldiğimiz nokta önemlidir.

    Milli İstihbarat Teşkilatı’nın, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin komuta kademesinin 1960, 1971 ve 1980 darbelerinin planlarını sorumlu olduğu başbakanlara bildirmemiş olması istihbarat dünyasının dışına taşmış, herkesin bildiği bir sırdır. En bilinen örneklerden biri, 1971 yılında hükümetin cuntanın darbe planını Türk gizli servisinden değil, İran gizli servisi SAVAK’tan öğrenmiş olmasıdır. 1971 yılında dönemin Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil, Şah Rıza Pehlevi’nin davetlisi olarak İran’a gittiğinde, Şah görüşme sırasında Çağlayangil’e “Birkaç ay içinde ordu Türkiye’de darbe yapacak” demiştir.

    Bu, bir istihbarat zaafı da değildir; MİT vaktiyle ordu hegemonyası altında olduğu için darbeleri seçilmiş hükümetlere bildirmemiştir.

    Şimdi durum farklıdır, Türk istihbaratı 2005’ten itibaren başlayan bir evrimle, 2010 ve 2016’daki sıçrayışlarla dâhili bir gizli servis olmaktan çıkmış, bölgesinde/periferisinde ve giderek küresel ölçekte etkili gizli servislerden biri haline gelmiştir. Gelgelelim bu etkiyi korumak için, özellikle şimdiki gibi puslu zamanlarda (İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi’nin ölümü başlı başına havayı puslandıran bir olay) poker ve satranç stratejilerinin aynı anda uygulanması elzemdir.

    Devamını Oku

    Reisi Vakası NİLİ’nin İlk Suikastı Mı?

    Reisi Vakası NİLİ’nin İlk Suikastı Mı?
    0

    BEĞENDİM

    Ferhat ÜNLÜ – 22 Mayıs 2024

    Tam adı Seyyid İbrahim Reisülsedati olan İran Cumhurbaşkanı, Amerikan mamulü Bell 412 helikopterle Azerbaycan’dan dönerken kaza kırıma uğradı. Kaza kırım mıydı, yoksa sabotaj mı yazının sonuna geldiğinizde siz karar verin.

    Helikopter Kuzey İran’da Azerbaycan sınırındaki Colfa kenti yakınlarında düştükten sonra pek çok kişinin aklına gelen ilk şey (Aklın yolu birdir); “Merhum Muhsin Yazıcıoğlu’nun hayatını kaybettiği olaya ne kadar da benziyor” oldu.

    İran, saatler boyunca Cumhurbaşkanı, Dışişleri Bakanı ve beraberindeki heyetin helikopter enkazına ulaşamadı. Türkiye’den yardım istendi. Türkiye’nin Akıncı İHA’sının helikopterinin yerinin tespitinde önemli rol üstlendiği biliniyor, ancak İranlı yetkililer bunu da açıktan söylemediler. Tarzları böyledir.

    Eğer bu bir sabotajsa ilk akla gelen olağan şüpheli İsrail akıl yürütmesinde bulunanlar da çok oldu. İran Cumhurbaşkanı, Azerbaycan’daki bir açılıştan dönüyordu. Azerbaycan’ın İran’la ilişkileri İran’daki Türk nüfusundan dolayı pek parlak değildir. Azerbaycan, enteresan biçimde İsrail ile yakın ilişkiler içindedir. Bu yüzden gerek İsrail, gerekse Amerika Birleşik Devletleri Azerbaycan’ın hele de Türkiye ile tek millet olduğu düşünülürse İran ile yakınlaşmasını istemez.

    İRAN, NÜKLEER FİZİKÇİLERİ ÖLDÜRDÜ

    İran’ın 13 Nisan 2024’te bir insansız hava filosu ile İsrail’e saldırı düzenlediği halen hafızalarda. Her ne kadar bu, iz bırakacak kadar büyük bir askeri harekât olmasa da… Bu saldırıda can kaybı olmamıştı. İsrail’in daha önce uranyum geliştirme çalışmaları yürüten İranlı fizikçilere suikast düzenlediği vaki.

    Bir tanesini hatırlatayım: Tarih: 30 Nisan 2018. İsrail Başbakanı Benjamin Netenyahu, bir sunumda “Muhsin Fahrizade… Bu ismi unutmayın” dedi. Bu sunumun üzerinden iki buçuk sene geçtikten sonra 27 Kasım 2020’de Fahrizade bir suikasta kurban gitti. Üstelik yapay zekâ tarafından kullanılan bir silah sistemi vasıtasıyla… Yani İsrail’in bu tür konularda olağan şüpheli olarak görülmesinin mazide dayanakları var.

    Ankara’da bu konuda kulisleri yokladım. Kaza mı sabotaj mı sorusuna yanıt aradım. Kaza diyen de var, sabotaj diyen de. Ama eğer sabotaj ise İbrahim Reisi’nin ABD ve İsrail’in hedefi olması için yeterli gerekçe bulunuyor.

    Reisi, İran yargı sisteminde 2004-2014 yılları arasında Başsavcı Yardımcılığı, 2014-2016 yılları arasında Başsavcılık ve 2019-2021 yılları arasında Başyargıçlık gibi çeşitli görevlerde bulundu. Ayrıca 1980’lerde ve 1990’larda Tahran Savcısı ve Savcı Yardımcısı olarak görev yaptı. Meşhed Cuma Namazı Hatibi ve İmam Rıza Türbesi Büyük İmamı Ahmed Alamolhoda’nın damadıydı.

    Bir Meşhedli idi, dolayasıyla muhafazakârdı.

    REİSİ HAMANEY’İN YERİNE DÜNÜŞÜLEN BİR MUHAFAZAKÂRDI

    İbrahim Reisi, 2021’de oyların yüzde 62,9’unu alarak Hasan Ruhani’nin yerine cumhurbaşkanı oldu. Reisi; gelenekçi, muhafazakâr çizgisi ile kısa sürede Velayeti Fakih sisteminin onayını aldı. Öyle ki, dini lider Ali Hamaney’in yerine geçecek isim olarak bile görüldü.

    Mehsa Emini adlı kadının Tahran’da başörtüsü uygunsuz taktığı gerekçesiyle İran Ahlak polisi tarafından gözaltına alınıp kaybedilmesinden sonra kadınların öncülüğünü yaptığı protestolar başladı. Eylül 2022’de başlayan gösteriler aylarca sürdü; 537 kişi hayatını kaybetti, 1160 kişi de yaralandı.

    Reisi’nin ABD ve İsrail tarafından sevilmeme nedenlerinden biri, onun  döneminde İran’ın, uranyum zenginleştirme faaliyetlerini yoğunlaştırmış olması. Ayrıca Ukrayna’yı işgal eden Rusya’ya destek vermesi. Son olarak tiyatro gibi görünse de bir hava filosu ile İsrail’e füze ve İHA saldırısı düzenletmesi.

    Eğer Reisi bir suikasta kurban gittiyse olağan şüpheli İsrail ve dolayısıyla NİLİ’dir. World of Türkiye okurları NİLİ kavramına ziyadesiyle vakıf. Ancak tekrarda yarar vardır:

    NİLİ… Açılımıyla Netzah Israel Lo Ishakere, İsrail’in İhtişamı Bitmeyecek anlamına geliyor. Benjamin Netanyahu yönetimi bu NİLİ adlı istihbarat şebekesini diriltmişti. 31 Ekim 2023’de bu köşede ayrıntıları yazmıştım.

    NİLİ, bir suikast birimi olarak diriltildi. Vaktiyle 19. Yüzyıl’ın başlarında Filistin’de Osmanlı’ya karşı Bal Tuzağı operasyonları yürüten NİLİ, bugün bir suikast örgütü olarak teşekkül ettirildi.

    İsrail medyasına konuşan eski bir İsrailli askeri istihbaratçı -‘Amancı’ diyelim ona çünkü askeri istihbaratlarının adı Aman- Bregman Ahron şöyle demişti:

    “Gerçek şu ki İsrail, Gazze’de olmayan Hamas üyelerinin de peşine düşecek, Katar ve Türkiye gibi ülkelerde…”

    ‘MOSSAD’IN DEDESİNİ’ İNGİLİZLER KURDU

    İsrail’in, hatta İsrail’in kuruluşundan önce Yahudilerin istihbari anlamda işbirliği yaptığı tek millet İngilizler idi. Şöyle ki; İsrail’in kurulmasından önce Mossad’ın atası sayılabilecek bir istihbarat örgütü İngilizler tarafından Haganah adıyla 1920 yılında kuruldu. İbranice’de savunma anlamına gelen Haganah, 1947 yılına kadar Yahudi yerleşimlerini savunmak amacıyla faaliyet gösteren bir paramiliter örgüttü. Ancak İngiliz-Yahudi işbirliği deyince ilk akla gelen istihbarat teşkilatı Haganah değil de NİLİ’dir.

    NİLİ, 1915-1917 yılları arasında Osmanlı İmparatorluğu’nun toprağı olan Filistin’de biz Türklere karşı kurulmuş bir Yahudi istihbarat şebekesi idi.

    Geçtiğimiz haftalarda İsrail’in Maliye Bakanı Bezalel Smotrich şu açıklamayı yapmıştı:

    “Mossad’ın yapmak üzere eğitildiği şeyi uygulamaya geri dönmesinin zamanı geldi; bu da dünya çapında Hamas liderlerini ortadan kaldırmaktır.”

    İsrailliler Hamas liderlerine suikast yapacağız diyorlardı ama hedef şaşırtmış olabilirler. Hatta bu suikast yapacağız duyurusunu “Davullu zurnalı suikast duyurusu mu olur” diye de sorgulamıştık.

    Böylesi bir açıklamayı neden misal Savunma Bakanı, hatta Dışişleri Bakanı değil de Maliye Bakanı yapar? İlk bakışta meselenin parasal mesele olmadığını düşünebilirsiniz. Mantıklı olan da budur. Ne var ki İsrail’in mevcut, verili devlet yapısını incelerken pek mantık aramamak gerekiyor.

    Sorunun cevaplarından biri şu olabilir: 7 Ekim 2023’te Hamas’ın bana göre kötü sonuçları önceden belli taarruzunun ardından başlayan İsrail katliamlarının Batı ve İsrail’deki aklı başında kesimler tarafından tevil edilebilir yönünün kalmadığı göz önüne alınırsa Benjamin Netanyahu kabinesinde bu tür şahin açıklamalar yapacak adam kalmadı.

    HELİKOPTER AMERİKAN MENŞELİ

    İkincisi ve İsrail devlet sistemi açısından daha mantıklısı, bu suikastların istihbari ve askeri yönünden ziyade mali yönünün kuvvetli olmasıdır. Yani iş, bir para meselesi. Maliye Bakanı bu yüzden sazı eline almış konuşuyor.

    İmdi… Düşen helikopterin teknik özelliklerine de bir bakalım.

    Helikopterin üreticisi Bell Helicopter (Bell Textron) Amerikan menşeli bir şirket. 1960’lı yıllarda Bell 212 modelini üretti. Bir genel maksat helikopteri olarak geliştirilen 212 helikopterleri, önceleri sivil kullanım için yararlanılan bir helikopter oldu. Bununla birlikte çok sayıda ülke tarafından, personel ve kargo taşıma, yangın söndürme ve keşif faaliyetleri için kullanılmaya başlandı.

    Bell firması, 1980’li yılların başında çift rotorlu 4 pervaneli Bell 412 modelini geliştirdi. Bu helikopter çok önemli kişi (VIP) taşımacılığı için ilk tercih edilen helikopterlerden biri oldu. Helikopterin teknik özellikleri şunlar:

    Rotor: Bell 412, dört pilli bir rotor sistemine sahiptir.

    Motor: Bell 412 modelleri genellikle çift turboşaftlı.

    Performans: Azami hızı 259 kilometre olan helikopterin menzili 650 kilometre. Azami uçuş yüksekliği de 6 bin metre.

    Boyut: Uzunluğu 17.1 metre, yüksekliği 4.6 metre ve rotor çapı 14 metre.

    Kapasite: İkisi pilot olmak üzere 13 yolcu kapasitesine sahip.

    Toparlarsak… Eğer NİLİ, Nuh’u Nebiden kalma, askeri bir Amerikan malı helikopteri sabotajla düşürdü ise İran, bunu resmiyette asla kabul etmeyecektir. Aslında İran’ın eski tip helikopter kullanmasının sebebinin de siber müdahale imkânlarının önüne geçmek olduğunu düşünüyorum. Ancak Rus bile değil Amerikan malı kullanmaları büyük bir hata idi.

    Son dakika haberleri hakkında bilgi almak için hemen tıklayın!

    Gündem haberlerini takip etmek için hemen tıklayın!

    Spor haberlerini kaçırmamak için hemen tıklayın!

    Devamını Oku

    Bürokratik Omerta ve Çehov’un tüfeği

    Bürokratik Omerta ve Çehov’un tüfeği
    0

    BEĞENDİM

    Ferhat ÜNLÜ – 17 Mayıs 2024

     

    Tarih 9 Ekim 2023.

    M7U3H9F8C4 kodlu gizli tanık, Ankara Emniyet Müdürlüğü’ndeki ifadesine

    -kendisini sorgulayanlarla önceden yaptığı anlaşmanın gereği olarak- şu cümlelerle başladı:

    “Ben uzun yıllardır Ayhan Bora Kaplan’ın yanında bulundum ve bu örgüte üye oldum. Şimdi ise Kaplan hakkında bildiğim her şeyi samimi olarak anlatmak istiyorum.”

    Etkin Pişmanlık’tan yararlanarak cezaevinden yırtmak istiyordu, ama 19 sayfa ifade verdikten ve salıverildikten sonra bir güç savaşının payandası haline geleceğini pek hesaba katmamıştı.

    M7 kod Sedat Sertçelik, gizli tanık statüsünde ifadesi alındıktan sonra elektronik kelepçe ile salıverildi. Kendisini sorgulayan ekipte yer alan Ankara Emniyet Müdürlüğü Organize Şube komiseri Metehan İlkyaz’ın desteğiyle Bodrum üzerinden Kos’a kaçtı.

     

    M7 KOD’U KOS ADASI’NA KAÇIRANLAR

    Sabah Gazetesi’nde çalışma arkadaşımız Halit Turan’ın haberine göre; Sertçelik’in ayağında elektronik kelepçe olduğu halde yurtdışına kaçışını, komiser Metehan İlkyaz ile onunla bağlantılı üç sivil organize etti. İlkyaz koordinesindeki üç şüpheli, Sertçelik’i Ankara’dan İstanbul’a araçla götürdü, buradan da Bodrum üzerinden Yunanistan’ın Kos Adası’na kaçışını organize ettiler. Sedat Sertçelik şimdi Avrupa’da. Sertçelik, firarından sonra Emniyet’e polislerin baskısı altında ifade verdiğini söyleyince işler sarpa sardı.

    9 Kasım’da ise Ü5W1G8K6L3 koduyla bir şahıs daha gizli tanık yapılarak ifadesi alındı. Bu şahsın da Ayhan Bora Kaplan suç örgütüne dair bilgi sahibi biri olduğu belirtiliyor, ancak kimliği şimdilik meçhul.

    Zaten M7 kod Sedat Sertçelik de yurtdışına kaçıp konuşmasa kim olduğu bilinmeyecekti. Sertçelik, 1986 Ankara doğumlu. 15 ayrı suçtan kaydı var. Kaplan çetesinin iki numaralı ismiydi.

    Sedat Sertçelik, itirafçı yapılmadan önce geçen sene Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde iken kendisini arayan Ankara İl Emniyet Müdür Yardımcısı Çelik’in “Çık, gel. Sorulara cevap ver, serbest kalacaksın” demesi üzerine Türkiye’ye geldiğini söylüyor. Gerçekten de ifadesinin ardından serbest bırakılan Sertçelik, 21 Kasım 2023 tarihinde arkadaşı Ece Ronay ile sabah saat 05:00’te çorbacıya gitti. Orada çıkan çatışmada Sertçelik’in de aralarında bulunduğu beş kişi yaralandı. Saldırının, Kaplan çetesinin Sertçelik’e ‘Omerta’ (Bilmeyenler için dipnot: Mafyada suskunluk yasasına verilen isim. Sicilya kökenli bir kelime.) uyarısı olarak organize edildiği iddia edildi, ancak bu; teyidi olmayan bir bilgi.

     

    PİRİNCİN İÇİNDEKİ BEYAZ TAŞ

    Bu yaşananların ciddi bir güç mücadelesinin tezahürü olduğu anlaşılıyor. Ve oyun içinde oyun var. FETÖ de her zamanki gibi işin bir yanında olunca işler daha da karışıyor. Pirincin içindeki beyaz taşı ayıklamak güç.

    Emniyet’te Nurcu-Okuyucu, Menzilci, Kurtoğlucu Süleymancı gibi gruplar var.  Ayrıca Ülkücü kadrolar da var tabii. Bunun haricinde kripto FETÖ kadroları da var ki, onlara da renklendirilmişler deniliyor. Bunlar haricinde bir de KÖZ, yani Kemalettin Özdemir grubundan söz ediliyor, ki grubu ilk yazan gazeteci olarak KÖZ’ün ciddi bir güç odağı olduğunu sanmıyorum. Aynı şeyi, yine ilk kez benim yazdığım Milli Damar grubu için de söyleyebilirim.

    Bu tür tartışmalarının son bulması için gereken temel strateji, devleti mümkün olduğunca ideolojiden uzak liyakatli kadrolarla doldurmaktır. Ne var ki bu; Türkiye’de her zaman sorun olmuştur ve bugün de kısa vadede hayata geçecek gibi görünmüyor.

    Ayhan Bora Kaplan soruşturmasının bürokrasi içindeki güç savaşında kum saatini başlatan etken olduğu görülüyor. Kum saati bir kere dönmeye başladı mı mücadele, sonuçlanana kadar devam edecek demektir. Ya da Çehovian bir dille söylersem ilk sahnede bir tüfek göründüğüne göre ikinci veya üçüncü perdede patlaması mukadderdir. Her ne kadar bürokratik Omerta diyebileceğimiz yasa, bu olaylar zinciri özelinde işletilmeye çalışılsa da…

    Devamını Oku