WOTTV E-DERGİ
DOLAR 32,2297 0.07%
EURO 35,0784 0.15%
ALTIN 2.505,440,20
BITCOIN 2135090-1,04%
Serkan Üstüner

Serkan Üstüner

13 Mayıs 2024 Pazartesi

    Lawrenc’ın Krallık Teklifine Şeyh Uceymi Sadun Paşa Ne Demişti?

    Lawrenc’ın Krallık Teklifine Şeyh Uceymi Sadun Paşa Ne Demişti?
    0

    BEĞENDİM

    Serkan ÜSTÜNER – 13 Mayıs 2024

     

    Birinci Dünya Savaşı’nda Irak’ın önde gelen Arap aşiretlerinden birisinin lideri olan Şeyh Uceymi Sadun, İngilizlere kök söktüren büyük bir kahramandı. Kendisine Türklere ihanet karşılığında yapılan Irak Krallığı teklifini elinin tersiyle iten bu kahraman insan, Türk ordusuyla beraber Anadolu’ya gelmiş, Kurtuluş Savaşı’na katılmış ve ömrünü burada tamamlamıştı.

    Birinci Dünya Savaşı’nda Süleyman Askeri, Irak’a gelir gelmez ilk olarak Basra’nın 125 kilometre kuzeydoğusunda ve Karun Nehri’nin doğusunda bulunan İran’ın Ehvaz kasabasını ele geçirip düşmanın faydalanmasını önlemek için Abadan’a giden petrol borularını tahrip ettirdi. Süleyman Askeri ve birliği, 20 Ocak 1915’te Dicle boyunda keşif harekâtı yapan İngilizlerle karşılaştılar. Zübeyir muharebesi olarak adlandırılan muharebede Süleyman Askeri Bey, düşman kurşunuyla bacağından yaralandı. Askeri, İngilizlerin keşif için yaptıkları taarruzu gerçek bir taarruz zannetti. İngilizlerin zayıf ve endişe içinde olduklarını düşünüyor ve Basra’nın geri alınacağına artık daha fazla inanır olmuştu.

    Askeri sedyedeydi, ancak yaklaşık 9 bin kişilik bir gücün başında Basra’ya doğru ilerlemeye başladı ve 12 Nisan 1915 tarihinde Şuaybe civarındaki Bercisiyye ormanı etrafında üç gün süren bir çatışma yaşandı. Ancak bu savaşta aşiretlerin çok istekli savaşmaması gibi etkenlere bir de tel engeli eklendi. ilk taarruzda başarılı olamayan Süleyman Askeri, ikinci gün birliklerine İngilizlerin tahkim edilmiş mevzi ve ordugâhına saldırılmasını ve her ne pahasına olursa olsun Şuaybe mevkiinin ele geçirilmesini istedi. Savaşın kritik bir noktasında, İngiliz süvarilerinin ani bir baskın tehlikesi baş gösterdi. Süleyman Askeri’nin Zübeyir’in işgaline ve Basra-Şuaybe yolunu kesmek için görevlendirdiği aşiretler, gönüllü süvari teşkilatından yardım istedi. Uceymi Sadun Paşa, tam zamanında Hızır gibi yetişti ve beraberindeki süvarilerle hücum emrini verdi. Birkaç yüz atlının başında her zamanki gibi sade kıyafetleri içinde bir çöl şövalyesini andıran Uceymi, düşman ateşi altında sağ taraftan sol tarafa koşup gelmişti. Benzeri az görülen bu cüretli hücum, Türk birliğinin sağ kısımdaki karargâhı mutlak bir ölümden kurtarmıştı. Düşman süvarileri Uceymi Sadun Paşa’nın bu hücumu karşısında şaşkın bir vaziyette geri çekilmişti.

    Uceymi Sadun Paşa, bu bozgun günlerinde, geri çekilmeye başlayan Türk askerleri için koruyucu bir melek gibiydi. Askerlerimize taarruz eden ve soygunculuk yapan bedevileri adamları sayesinde bulduruyor, ibret-i âlem olsun diye herkesin gözü önünde öldürtüyordu. Bunun yanında İngilizlerin ileri karakollarına adamlarıyla beraber baskınlar düzenliyor, ırak’ın her yerinde ses getiriyordu. Kutül Amare’ye çekilen İngilizler, Türk kuvvetleri tarafından 4.5 aylık bir kuşatma sonucunda 29 nisan 1916’da Enver Paşa’nın amcası olan Halil Paşa komutasındaki Türk kuvvetlerine teslim olmak zorunda kaldı. Türkler, 350’si subay olmak üzere 10 bin askeri şehit verirken, 13 general, 481 subay ve 13 bin 300 İngiliz asker teslim oluyordu. kut’u kurtarmaya gelen 30 bine yakın İngiliz askeri de öldürülmüştü. Mekke şerifi Hüseyin İngilizlerle beraber hareket etmeye başlamasından sonra, şeyh Uceymi’yi kendi tarafına çekmenin yollarını aramıştı. Lawrence da bunun en doğru hareket olacağını belirtip, bir an önce Uceymi’yi saflarına katmanın hesaplarını yapıyordu. Lawrence, Uceymi Sadun Paşa’nın hangi şartlar altında Türkleri terk edeceğini merak ediyordu. Bundan dolayı, Türklere ihanet etmesi karşılığında Uceymi’ye savaştan sonra kurulacak Irak Krallığı’nı önerdi. Lawrence, bu iş için Şerif Hüseyin’in oğlu Abdullah’ı görevlendirdi.

    Emir Abdullah, kendisine verilen bu görevi, “Uceymi Sadun Paşa’nın böyle bir teklifi kabul etmeyeceğini biliyorum. Abes olur” diye reddetmek istedi. ancak, Lawrence ve babasının ısrarıyla temasa geçti.

    Ancak Uceymi Sadun Paşa, Abdullah’ın gönderdiği elçiye şöyle cevap verdi: “O hain elime geçmesin. bir insan sadakati bilmeyebilir.

    Fakat kendi ihanetini başkasında düşünmesi için bir sebep lazımdır. ona bir gün böyle bir teklifi bana yapabilme cesaretini nereden bulduğunu soracağım.”

    KURTULUŞ SAVAŞI GÜNLERİ

    Mustafa Kemal Kurtuluş Savaşı’nı başlatmak için 3’üncü ordu müfettişi olarak Samsun’a çıkmasından yaklaşık bir ay sonra 15 Haziran 1919’da Şeyh Uceymi’ye şifreli bir mektup yazdı. Mustafa Kemal Paşa’nın mektubu şöyleydi: “Bütün dünya İslam’ın iki gözbebeği olan Türk ve Arap milletlerinin ayrılması iki tarafta da zafiyetlere sebep oldu. Ümmeti Muhammed için şanlı bir halde buna karşı el ele vererek Ümmeti Muhammed’in hürriyet ve istiklali uğrunda Allah yolunda savaşmak bizler için farzdır. Kâfirlere karşı yapmış olduğunuz cihatta kültürümüzü korumak ve ırkçılığa karşı verilen mücadelede sizin her zaman destekçiniz olup yanınızdayım.

    Bu konunun 13’üncü ordu komutanlığı ile görüşmenizi ve görüşünüz için yüce şahsınıza sunup gereğinin yapılmasını arz eder, saygılarımı sunarım.”

    Iraklı bu çöl çocuğu, 1. Dünya Savaşı’nda Türk ordusuna Basra kapılarından Urfa’ya kadar kahraman bir koruyucu olarak eşlik etti. Irak’ta kendisine ait 150 bin dönüm toprağını da terk etti. Şeyh Uceymi, 30 Ekim 1918’de imzalanan ve Osmanlı Devleti’nin yenilgiyi kabul ettiği Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından sonra İngilizlerle çete savaşı yapmaya devam etti. 5 Haziran 1920’de Mardin’e gelen Şeyh Uceymi, Ankara hükümetine başvurarak, Kurtuluş Savaşı’nda adamlarıyla birlikte Fransızlara karşı mücadele etti. Urfa’nın özgürlüğüne kavuşmasında aktif rol oynadı. İngilizler, bir süre sonra, Irak’ta kendilerine ağır darbeler indiren şeyh Uceymi’yi TBMM hükümetinden istedi. Ancak Mustafa Kemal Paşa, teklifi hiç düşünmeden reddetti. Atatürk, bu koca Türk dostunu, cumhuriyet kurulduktan sonra unutmadı. 1927’de önce Mardin’e ardından Gaziantep’e yerleşen Uceymi için TBMM’den kendisi ve çevresindeki adamları için Urfa’da 14 köyün bağışlanmasını istedi. Teklif kabul edildi. ancak, çevresindeki adamlarının büyük kısmının Irak’a dönmesi nedeniyle sadece bir köyün yeterli olacağını söyleyen Uceymi Sadun Paşa, 9 bin dönümlük arazi üzerine kurulu Germü köyüne yerleşti. Urfa’nın Arap ailelerinden birisinin kızıyla evlenen Uceymi’nin kızı Mübine’den sonra oğulları İsa ve Abbas dünyaya geldi. Bu büyük kahraman 1960’da Ankara’da 73 yaşında hayata gözlerini yumdu.

    Allah tüm ismini bildiğimiz ya da bilmediğimiz kahramanlardan razı olsun.

    Tavsiye edilen eser:

    Kurtuluş Savaşı’mızın unutulmayan anıları ve unutulmuş kahramanlar – Şeyhül Meşayih Uceymi Sadun Paşa / Selim Kemal Keydul

     

    Devamını Oku

    Kültür Buhranının Çözümü: Türk Kimliği

    Kültür Buhranının Çözümü: Türk Kimliği
    0

    BEĞENDİM

    Serkan ÜSTÜNER – 04 Mayıs 2024

     

    Kimlik bir milleti oluşturan en önemli husustur. Milli kimliğini inşa edememiş milletlerin terakki göstermesi mümkün olmamakla birlikte bir bütünlükten de bahsedemeyiz.

    Kimlik, bir ferdin veya ulusun tanınmasını sağlayan özelliklerini ifade eder. Bu özellikler, onu diğerlerinden ayırır; diğerleri arasında fark edilmesini, bilinmesini sağlar. Millî kimlik dediğimiz zaman da bir milletin tanınmasını sağlayan kültürel özellikler anlaşılır.

    Dolayısıyla içinde yaşadığımız kültür, bize bir kimlik bilinci kazandırır. Milletçe sahip olduğumuz maddî ve manevî değerlerin hepsi kültürümüzü belirler. Her kültür bir kimliktir. O kültürün kişilere eğitim, gelenek-göreneklerle kazandırdıkları da kişinin milli kimliğini oluşturur. Kimlik bunalımı denilen şey, aslında kültür buhranıdır. Bugün yaşadığımız tüm eksikliklerin, problemlerin altında kendini bulamama ve bu kültür buhranı vardır. O yüzden de millet ne zaman kendi kimliğini bir kenara koymuş, dışarıdan küreselcilerin tüm müdahalelerine açık hale gelmiştir.

    Şimdi bir topluma veya millete ‘’Ait olma’’ (Aidiyet, mensubiyet) hissi insanın kendi eğitimine, içgüdüsüne ve psikolojisine bağlıdır. Birey olarak bu kimlik, kısaca aidiyettir. Yani bir millete ait olma. Biz Türkler kendimizi Türk kimliğini oluşturan ana etkenler:

    Din, dil, coğrafya, tarih, kültür ve soy olarak belirleyebiliriz.

    Şimdi içinde bulunduğumuz kimlik bunalımından, kültür buhranından çıkmalıyız ki, Türk kimliğini inşa edebilelim. Milli füzeden de yerli uçak gemisinden de bu mesele çok daha önemlidir.

    Zaten Türk kimliği üzerinden yükselecek nesiller tüm kodlarını buna göre dizayn edeceği için memleketin yeniden kendi müesses nizamını kurması uzun sürmeyecektir.

    Evet, önce milli kimliği oluşturmak için topyekûn bir seferberlik şart. Yakın gelecekte tüm dünyada kendi öz benliğini koruyan devletler ayakta kalacak. Şimdi devlet kademesinden, diğer tüm unsurlara kadar herkes taşın altına elini koymazsa iş işten geçer ve birileri size kendi kimliklerini dayatırlar ve o da bir millet için yıkımın kendisidir.

    Rahmetli hocamız İbrahim Kafesoğlu’nun kaynak eseri olan Türk Milli Kültürü kitabından bir bölümle yazımıza son verelim:

    Türklerin dikkat çekici ahlâkî bir özelliği de “utangaç” bir millet oluşudur. Yerli (kitabeler) ve Çin (Shi-ki, Ts’ien Han-Shu,Sui-Shu) ve Bizans (Priskos, Menandros, Tactica’lar), Lâtin (Marcellinus) vb. yabancı kaynaklara göre “Türkler savaş meydanında değil, rahat döşekte ölmekten, hattâ ihtiyarlayıp hastalanmaktan utanırlardı. Esir olmak, köle durumuna düşmek, kadınlarının düşman eline geçmesi büyük utanç kaynağı idi. Şatafat içinde yaşamaktan, böbürlenmekten, başarıları dolayısıyla öğünmekten ve öğülmekten; verdikleri sözü yerine getirememekten, yalan söylemekten utanırlardı.”

    İşte esir olmamak için, eğer yeniden Türk’ün nizamını sağlamak gibi bir gayemiz varsa milli kimliğimizi inşa etmeliyiz.

     

    Devamını Oku

    Milli Kültür

    Milli Kültür
    0

    BEĞENDİM

    Serkan ÜSTÜNER – 7 Mart 2024

    Son yirmi yılda Türkiye her alanda büyük terakki gösterdi. Kültür dünyamız bu noktada maalesef geriden geldi. Büyük Türkiye ideali, Türkiye Yüzyılı söylemleri çok önemliydi. Bunun yanında en güçlü sac ayaklarından biri olan Milli Kültür inşasını güçlü kılarsak hakiki manada Türk Yüzyılını başlatacağız. Peki ne yapmalıyız? Milli Kültür ama nasıl?

    Sahi bize lazım olan ‘Milli Kültür’ neydi? Bunu dar kalıplarla ifade etmek zor. Tanzimat’tan bu yana başlayan Batı kaynaklı dayatmalar ve onun getirdiği çatışmaların bizi bir yerlere getirdiğini söylemek zor.

    Bizlere Kültür diye dayatılan olgunun Batı’nın yeni bir silahı olduğu gerçektir. ‘Batı modalarını, zaaflarını, kokuşmuşluklarını bize aktarmak için; bizi kültürsüzlüğümüze inandırmak için bunu icat etmiştir’ diyor Cemil Meriç.

    Evet bizler büyük bir kültür hazinesinin üzerinde yaşıyoruz. Bu yüzden de bu irfanın sahiplerine Kültür Emperyalizmi uğramıyor. Ama olanın da üstüne koyup zenginleştirme yolunda çok da yol almış değiliz. Biraz da ifrat ve tefrit arasındaki durumdan kaynaklı izahatlar yüzünden yol alamıyoruz.

    Devlet şimdi bu yönde çalışma yapan kurum ve kuruluşlara alan açmalı ve gereken tüm desteği vermelidir.

    Evet yine Cemil Meriç’e göre, gerçek kültür bir tutkudur, insana inanıştır, kendini insanlığın kaderinden sorumlu tutuştur. Bir sevgidir kültür, insanın kendi kendini fethidir. Bugünü mazi ile zenginleştirmektir. Mazi ve istikbal ile…

    Bizler de önce kendimizi tanımakla işe başlamalıyız. Bunu yaparken de hamaset nutuklarının ötesine geçmeliyiz.

    Zekâyı zirvelere kanatlandıran uzun ve çileli bir ati yoluna girmeli ve nakış nakış bu yolu işlemeliyiz.

    Tanzimatla başlayan Batı münasebetleri, birçok nesillerin gözünü kamaştırdı. Aydınlar, Batı’nın yükselişindeki sırrı aramaya koyuldular ve bu araştırmayı yaparken farkında olmadan kendi iç dünyalarını Batı’nın içinde buldular. Birbiri ardı sıra birkaç nesil ”Avrupa’ya benzemek için ne yapalım?”, ”Garplılaşma nasıl olmalı?” diye uzun zaman sayıkladılar. O nesilleri Batı taklitçiliğine, hem de ruhları duymadan sürükleyen kuvvet, başlangıç noktasında bağlandıkları aşağılık duygusu olmuştu.

    Bu duygunun kendi içimize akıttığı zehir, bizi küçülttükçe küçülttü. Böyle bir içten yıkılış faciasının karşısına dikilen muhafazakar zümre, Batı taklitçiliğini protesto ederken sade taassubunu kullandı. Onlar için mesele, sadece Batı’ya benzememek davasıydı. Milli varlığımız hakkında bir fikirleri yoktu. İnkılapçılar, örflerle kıyafet değiştirmede kurtuluşumuzun sırrını aramak gibi gülünç bir davaya kendilerini kaptırırlarken, muhafazakarlar; eski hayat şekillerine sımsıkı bağlanmada felah ümidi buldular. Her iki tarafın gafil olduğu şey, kendi milli kültürümüzü yoğurmanın lüzumlu oluşudur.

    Hakikatte, bin yıllık tarihimiz içinde ortaya konmuş olan Anadolu Müslüman Türk kültürünü, örfleri, folkloru, edebiyatı ve güzel sanatlarıyla, tasavvufu ve tarikatlarının felsefesiyle, İslami ahlakıyla bir potada yoğurmak, davanın esasını teşkil ediyordu.

    Devamını Oku

    Doğu Türkistan’daki Çin Zulmü beyaz perdede olmalı

    Doğu Türkistan’daki Çin Zulmü beyaz perdede olmalı
    0

    BEĞENDİM

    Serkan ÜSTÜNER – 13 Şubat 2024

     

    Doğu Türkistan, Çinlilerin taktığı isimle “Şin – Can” yani yeni kazanılmış toprak demek. Bu kelimeyi asla ve asla kullanmayacağız ama neden “Şin – Can” dediklerini söylemek adına önemli. 60 yıldan fazladır zulüm altında Türk kardeşlerimiz. Şimdiye kadar görmedikleri işkence metodu yok. Çin gibi kapalı bir devletin zulmü altında kaldıkları için seslerini duyurma şansları çok yok. Gerçi Müslüman olunca hele bir de Türk olunca zaten dünyanın gözleri kapalı, kulakları sağır oluyor. Yine tek ses Türkiye’den ve Türk milletinden geliyor ama o da Çin’in duvarına çarpıyor.

    1993’ten bu yana Doğu Türkistan’da eğitim dili Çince (zorunlu). Oruç tutmak sağlığı bozduğundan yasak. 2008’den bu yana dini nikah da yasaklandı. Cami ve mescitlere girişi de öyle. Türk Bayrağı ve Ay Yıldız ya da Türk Bayrağı’na benzer bir figür mü var? İşte o zaman cezaevinde üç yıl sizi bekliyor ve artık Çin devleti tarafından sakıncalı grubuna dahil edildiniz.

    Yolda herhangi birine “Selamün Aleyküm” dediniz. Diyemezsiniz. Çünkü bu dinde radikallik içeriyor ve yasak.

    İslam ve Türk isimlerini çocuklarınıza koyduğunuz zaman anında suçlusunuz ve çocuğunuzun ismi Çince bir isimle değiştiriliyor.

    Çin’in güvenlik güçleri yakın zamanda işi öyle bir azıya almışlar ki, artık evlere baskınlar verip başörtülü kadınların olup olmadığını kontrol ediyorlar.

    TOPLAMA KAMPLARI!

    2017 yılından itibaren toplama kampları adı altında Doğu Türkistanlı kardeşlerimizin DNA’sı toplanıyor, kısırlaştırılıyor. Burada yaklaşık 3 milyon Uygur Türk’ü var. Her türlü işkenceye maruz kalıp, Çin’in çizdiği sınırlar dahilinde bir hayata zorlanıyorlar. Allah’ı inkar etmeleri ve dinlerinden dönmeleri isteniyor. Yapmayanlara karşı ağır, sistematik işkenceler uygulanıyor. Bilinçaltı uygulamalarıyla buradaki Türkleri intihara meyilli kişiler haline getirip intihara sürüklüyorlar. Yakın zamanda kamplarda intihar vakalarının artmasının nedeni de bu.

    Çin, dünyanın gözü önünde bir soykırım yapıyor ve hiç kimseden ses çıkmıyor. Şu anda Doğu Türkistan’da demografik yapı bozulmak üzere. Çin nüfusu yüzde 47’ye kadar geldi. Kısırlaştırma ve işkencelerle nüfus Çin lehine dönecek ve artık bu Türk toprağını resmen ilhak etme hakkını kazanacak.

    Türkistan ana yurdumuz. Tüm dünya Müslüman oldukları için buna seyirci. Şimdi içimizdeki sinemacılar, tarihi film üzerine yoğunlaşan yapımcılar, neden bir Türkistan filmi yapmak için kolları sıvamazlar. Sinema en güçlü propaganda aygıtı. Türkistan’ın bizden başka sesini duyan yok. Çin istediği kadar karartma yapsın artık dünyada hiçbir şey gizli kalmıyor. İşte bu soykırımı dünyaya haykırmak ve Çin’in işlediği insanlık suçlarını ortaya dökmek için tek yol beyaz perde. Sosyal medya, haberler, protestolar elbette önemli ama sinemada yapılacak işler çok daha önemli.

    Bir Hacı Barat’ın biyografisi yapılsa güzel olmaz mı? Hem bilmeyenler bu kahramanı öğrenmiş olur hem de günümüze kadar ki Çin soykırımı anlatılır. Tüm ömrü Türkistan’ın bağımsızlığı için geçmiş o koca çınar, kaç kez ölümden döndü. 21 yıl hücrelerde işkenceye tabi tutuldu. 1981 senesinde hapisten çıktığında 38 kiloydu. 1993 yılında Türkiye’ye geldi. Doğu Türkistan’da halen devam eden Çin Zulmünü tüm dünyaya haykırmak için zaman zaman Türkiye’de düzenlenen yığılışlara uzun ak sakalı, başında dopbasıyla, bir elinde Al Bayrak diğerinde Gök Bayrak olduğu halde, gençlerin önünde en ateşi mücahid olarak katıldı. Kendisini Çin konsolosluğunun kapısına kilitlediği zaman defalarca ekrana yansıdı. 93 yıllık ömrünün bebeklik ve çocukluk dönemi de dahil tamamını zulüm, işkence, gözyaşı ile cephede ve hücrede geçiren Barat Hacı, hac farizasını ifa edip ismi gibi hacı olduktan sonra Şubat 2003’te Mekke’de vefat etti. İşte bu kahramanı herkesin bilmesi hepimiz için bir görev. Şimdi gidip Selçuk Küpçük’ten Güzel Türkistan’ı açıp özgür Türkistan’ı düşünüp. Güzel günlerin hayalini kuralım.

    Devamını Oku

    Elif Şafak, intihali Smith ve Saramago’dan yapmıştı

    Elif Şafak, intihali Smith ve Saramago’dan yapmıştı
    0

    BEĞENDİM

    Serkan ÜSTÜNER – 05 Şubat 2024

     

    Yakın zamanda Elif Şafak’ın, Mine Kırıkkanat’ın kitabından intihal yaptığı meselesi gündemde. Mahkeme kararları, edebiyatçıların Elif Şafak’a destek açıklamaları… Bir sürü hengame koptu. Elbette kararı mahkeme verecektir. Elif Şafak’ın bazı durumları olduğu aşikar. Aslında kendisi Saramago ve Smith’ten epey benzer şeyler yazmış. Bakalım nelermiş bunlar:

    Öyle ki Saramago’nun Avusturya Kralı ve bir filin hikayesini anlatan ‘Filin Yolculuğu’ kitabı var ya; Elif Şafak ‘Ustam ve Ben’ kitabını Saramago’dan sonra yayınlayarak Jose’yi etkilemiş!

    Alın size büyük edebiyatçı Elif Şafak’tan inciler:

    “Tarihimizin en önemli ve çalkantılı dönemlerinden biri olan 16. yüzyılda İstanbul… Hindistan’dan gelen beyaz bir fil ve onun sırlarla dolu bakıcısı: Çota ile Cihan. Filbaz aynı zamanda bir üstadın çırağı” ifadeleriyle tanıtılıyor.

    Saramago’nun “Filin Yolculuğu” konusu şöyle: “Kıta Avrupası’nın en batısından, Lizbon’dan Viyana’ya doğru yola çıkan bir fil ile bakıcısı yoksul Subhro’nun ve bu tuhaf yolculuğun hikâyesidir Filin Yolculuğu. 16. yüzyılda, Portekiz kralı III. João, kuzeni Kutsal Roma-Germen İmparatoru II. Maximilian’a hediye olarak gönderir fil Süleyman’ı. Süleyman ile Subhro, yanlarında kendilerine eşlik eden Portekiz kralının korumaları ve yardımcı ırgatlarla zorlu yolculuklarına başlarlar. Portekiz’i, İtalya’yı, Alpler’i geçerken hayatlarında ilk kez bir Hintliyle karşılaşan, ilk kez bir fil gören köylüleri ve kasabalıları şaşırtır ve etkilerler.”

    Bitti mi hayır! Zadie Smith’in ‘İnci gibi dişler’ kitabıyla Şafak’ın “İskender” isimli romanına bakalım: Ne hikmetse burada işler iyice çığırından çıkmış birebir aynı cümleler kullanılmış.

    Bowden’ın oturma odası yolun altında kalıyordu ve pencerelerinde parmaklıklar vardı, bu yüzden bütün görüntüler kısmiydi. Clara genelde ayaklar, tekerlekler, egzoz boruları ve sallanan şemsiyeler görürdü. Böyle anlık görüntüler çok şey anlatırdı: Canlı bir hayal gücü, yıpranmış bir dantelden, yamalı bir çoraptan, yere yakın sallanan ve daha iyi günler görmüş bir çantadan bir sürü duygulu öykü çıkarabilirdi.” (İnci Gibi Dişler, s. 30, Everest Yayınları)

    “Oturma odasındaki halının üstünde bağdaş kurup oturur, tavana yakın küçük pencerelere bakardı ağzı açık. Dışarıda sağa sola akıp duran çılgın bir bacak trafiği olurdu. İşe giden, alışverişten dönen ya da yürüyüş yapan yayalar. (…) 

    “Gelip geçenlerin ayaklarına bakıp onların hayatlarını tahmin etmeye çalışmak en sevdikleri oyunlardandı – üç kişiyle oynanan bir oyun: Esma, İskender ve Pembe. Mesela topuklarını takırdatarak, çevik ve acele adımlarla yürüyen, bilekten düzgünce bağlanmış parlak bir çift stiletto gördüler diyelim. ‘Galiba nişanlısıyla buluşmaya gidiyor’ derdi Pembe, bir hikaye uyduruverirdi. İskender de iyiydi bu oyunda. Yıpranmış, kirli bir çift mokasen görür, başlardı ayakkabıların sahibinin nasıl aylardır işsiz olduğunu, şimdi de köşedeki bankayı soymaya gittiğini anlatmaya.” (İskender, s. 135)

    Devamını Oku